Güneş odamın penceresinden kendini gösteriyordu. Bir türlü uyumama izin vermiyordu.
‘‘Ahh, pekala aptal güneş daha fazla direnemeyeceğim.’’ Ve istemeye istemeye sıcacık yatağımdan kalkıp günün serinliğine bıraktım kendimi.
Aslında okul zamanı genellikle erken kalkar, formamı giyer, Slytherin ortak salonuna inip Alex’i beklemeye başlardım. Alex.. Benim üşengeç, dakik (!) ve bir o kadar da tatlı arkadaşım. Alex ile ilk yılımda tanışmıştım. En yakın arkadaşlarımdan biriydi. Söylediğim gibi fazla dakik (!) olduğundan sabahları onu beklerken yanıma bir kitap alır ve genellikle kitabın yarısına kadar gelirdim. Bunda tam bir kitap kurdu olmamında etkisi büyüktü tabii.
Her neyse 27 Aralık 2054 sabahı, sıradan bir okul sabahı değildi. Noel tatili için eve gelmiştim. Tatil için bile olsa eve gelişim babamı rahatsız etmişti. Babam kim miydi? Harry Potter ile omuz omza savaşmış, Dumbledore’un Ordusu’nda yer alan, ünlü doğa bilimci, tuhaf Luna Lovegood’un oğlu: Slytherin binasının gururu, Sihir Bakanı Lorcan Scamander.
Babamı çok severdim aslında ama hiçbir zaman ona karşı samimi olamadım. O, benim mükemmel bi öğrenci olmamı ve onun ününü yaşatmamı istiyordu. Bu konuda da beni zorlamaktan asla vazgeçmiyordu. Ben ise kendime o kadar güvenmiyordum. Aslına bakarsanız hep ‘kofti’ olacağımı düşünmüştüm, babamı hayal kırıklığına uğratacağımı. Bu yüzden Hogwarts mektubum geldiğinde üstümden o kadar büyük bi yük kalkmıştı ki daha mektubu bitiremeden dizlerimin bağı çözülmüş, yere düşmüştüm.
Ve annem: Octavia Scamander . Hannah Abbott’un kızı, Hufflepuff’ın efsane arayıcısı. Babamın aksine annem dünyadaki en güvenli sığınak olmuştu benim için her zaman. Gözlerine bakmak bile yeterdi benim için, gözlerindeki yaşam kıvılcımlarını görmek.
‘’Lunaa! Seni bekliyoruz, kızım?! Hala uyanmadın mı yoksa?’’ Annemin tiz sesi beni düşüncelerimden sıyırmaya yetti. Yatağımdan yavaşça kalktım, pencereyi açıp temiz havanın içeri dolmasına izin verdim. Temiz ve SOĞUK havanın! Daha sonra dolabıma yöneldim. Kot pantolonumla turkuaz kazağımı giyip aynanın karşısına geçtim.
Komodinin üzerinde duran tarağımı aldım, saçlarımı fırçalamaya başladım. Büyükanne Luna’nın bir kopyası gibiydim. Onun gibi uzun, sarı saçlarım vardı. Beyaz tenli, orta boylu ve zayıftım -daha çok çelimsiz-. Ondan tek farkım gözlerimin açık yeşil olmasıydı.
Saçlarımı fırçaladıktan sonra, aşağı, yemek salonuna indim. Babam uzun ve kaba yemek masamızın baş köşesine oturmuş, Gelecek Postası’nı okuyordu. Annemse hemen onun solundaydı. Ve yardımcımız Bayan Prewett annemin kahvesini tazeliyordu (Bayan Prewett, kendimi bildim bileli bizimle birlikteydi. Aslında oldukça tatlı bir bayandı fakat temizlik yaparken şarkı söylüyor olması şaşırtıcı derecede rahatsız ediciydi.) . Babam gazetesini katladı, masanın kenarına koydu. Oturmamı bekledikten sonra bir süre durdu ve -maalesef- konuşmaya başladı:
‘’Gün, aydın Luna. Fakat senin bundan pek haberin yok gibi. Akşama kadar uyuyacağını düşünmüyordun, değil mi?’’
‘’Hayır, baba. Tabi ki düşünmüyordum. Ben, yalnızca.. biraz yorgundum. Okuldan daha dün geldim.’’ dedim dalgınca. Hiç akıllıca bir hamle değildi. Babamın da zaten istediği lafın benim tatil için eve dönmeme gelmesiydi.
‘’Aaa, evet. Hatırlattığın iyi oldu. Ben de seninle bunu konuşmak istiyordum. Sence de Noel’i arkadaşlarınla kutlayıp döneme hiç ara vermesen daha yararlı olmaz mıydı? Mesela ekstradan birkaç büyü öğrenebilirdin?’’
‘’Haklı olabilirsin. Ama sizleri özledim. ‘’ Anneme kısa bir bakış attım. Gözlerini önüne dikmiş, milyonuncu defa kahvesini karıştırıyordu. Bayan Prewett ise gözden kaybolmuştu.
‘’Özleme alışman gerekecek, çünkü hayatının her anında bizler yanında olmayacağız.’’ dedi imalı imalı.
‘’Hayatımın her anında yanımda olmanızı beklemiyorum. Sadece istediğiniz gibi bir çocuk olmadığımı, olamayacağımı ve olmayacağımı kabullenmenizi istiyorum. Başlangıç için bu yeterli olacaktır, sanırım.’’ VE BİNGO! Yine kendimi tutamamıştım. Babam için bu sözler küstahlığın daniskasıydı. Gerçek olsalar bile.
‘’BU NE CÜRET?! SEN NASIL BENİMLE, BİZİMLE BÖYLE KONUŞURSUN?!’’ dedi babam öfkeden oluşuyormuş gibi görünürken. Canavara benziyordu. ‘Baba’ gibi görünmesi gerekirken o, tam bir canavara benziyordu.
‘’Öyle demek istemediğimi biliyorsun baba. Kendimi kaybettim, özür dilerim.’’ dedim. Kavga etmenin kimseye yararı yoktu. Zaten eve onları görmek için gelmemiştim. Kitaplara (ders için olmayanlara) gömülmek, okuldaki hayatımdan biraz olsun uzaklaşmak istiyordum. Ayrıca tüm yakın arkadaşlarım da normal olarak tatil için eve gitmişlerdi. Aah, tabi ya! Nasıl unuturum?! Biz hiçbir zaman ‘Normal’in yanına bile yaklaşamamıştık!
‘’Üzüntün umurumda değil! Her hatanın bedeli olmalı! Ve bu hatanın bedeli de tatilini bizimle değil ekstra ödevlerle geçirecek olman. Yarın okula geri dönüyorsun. Bina başkanınla hemen konuşacak, sana bir tür ‘Noel Çalışma Programı’ falan hazırlamasını rica edeceğim. ‘’ Zalimliğinin bir sınırı var mıydı? HİÇ SANMIYORUM! Yine de karşı çıkmadım. İlk birkaç kavgamızda direnmiştim aslında. Ama tahmin edersiniz ki başarılı olamamıştım. Hatta boyun eğmediğim için ek cezalar da aldım.
‘’Üzgünüm, gerçekten. Akşam eşyalarımı toplarım. ‘’ Anneme kısa bir bakış attım. O da bana bakıyordu. Gözlerinde hayal kırıklığı ve saf üzüntü vardı. İşte nefretimin asıl nedeni de buydu: Annemi hayal kırıklığına uğratmak, onu üzmek. Babamla olan her kavgamızın sonunda gözlerinde aynı ifade beni beklerdi. Babamla hiçbir zaman örnek bir ilişkimizin olamayacağını biliyordu. Onun benden istediği tek şey -babamdan isteyemezdi- hoşgörülü olmam, babamla iyi geçinmek için en azından çaba göstermemdi. Ben ise bunu dahi hiçbir zaman başaramamıştım ve başaramayacaktım da.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞİT DÜNYA İÇİN!
Fantasy1998... Hogwarts Savaşı... Tarifsiz acı, büyük kayıplar... Ne yazık ki tarih tekrar ediyordu. Savaşın üzerinden 56 yıl geçmiş, yaralar sarılmış ve büyü dünyasında düzen kurulmuştu. Fakat eski davalar hala canlıydı, acımasızdı. Safkanlar, muggleları...