“TAHMİN ET, KİM SENİ COSTA COFFEE’NİN ÖNÜNDE BEKLİYOR BEBEĞİM? BURADA BİR ÇOCUK VAR VE PEK ANLAŞTIĞIMIZ SÖYLENEMEZ.” –Jack
Mesajı algılamak için tekrar tekrar okuduğum düşünülürse, hala anlamamam büyük bir sorundu millet. Jack numaramı nereden bulmuştu? ‘O çocuk’ diye bahsettiği kişi, George muydu? Ve eğer bahsettiği kişi George ise, ‘anlaşamamak’tan kast ettiği şey neydi?
Sorunun aslında kendi kendime düşünürken cevaplanmış olmasına rağmen, düşündüğüm ihtimal beni titretiyordu. Eğer Jack, Kafe’de beni sorduysa ve George onu terslediyse gerçekten endişelenmem gerekirdi.
Sonuç olarak, liseliler arasında adını duyurmuş en serseri çocuktan bahsediyorduk. Beynim istemsizce en serseri ve en yakışıklı diye düzeltti. Bu düşünceyi geldiği gibi, zihnimin çöp kutusuna ittim. Evet, Jack de esmerliğinin getirdiği bir çekicilik vardı ama bu onun tam bir baş belası olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bana geçen yıl okulun mezuniyetine birlikte gitmeyi teklif etmişti. En yakın arkadaşım Charlie, bunu kabul etmem için bana saatlerce yalvarmıştı. Ben ise, Jack’in teklifini geri çevirmiştim. Bana şu ona kadar gördüğüm en pis gülümsemesini atıp, “Beni kimse reddetmez Alexandra. Hiç kimse.” diye tıslamıştı.
Hatırlamam bile, ürpermeme yetiyordu. Sertçe yutkunurken, annemin bana verdiği dışarı çıkmama yasağı aklıma geldi. Harika!
Bunun acil bir durum olduğuna karar verdim. Dolabımdan hızlıca mavi bir kot pantolon, kalın askılı siyah üstünde ‘Need’ yazan bir tişört çıkarttım. Saçlarımı sağ omzuma doğru ördüm. Telefonumu da cebime tıktıktan sonra, kapıyı açtım.
Parmak uçlarımla ses çıkarmadan odamdan çıktım. Koridora yöneldim, parkenin üstündeki halı sesin çıkmasını önlüyordu. Son bir kez arkama bakıp ortalığı kontrol ettim. Annemin sayıklamaları kulağıma kadar geldi. Anahtarımı aldım ve evden çıktım.
Güneş gözlerimi yakıyordu, güneş gözlüğümü almayı unuttuğum için kendime bir dizi küfür savurudum. Kafe evimize pek uzak sayılmazdı. Kalabalığın arasından sıyrılmak için elimle kendime bir duvar ördüm. Ne kadar çabuk varırsam oraya o kadar erken eve dönerdim. Belki bir ihtimal annem de uyanıp beni farketmezdi, ha? Ah, kimi kandırıyorum annem beni par-ça-la-ya-cak-tı.
Kafe'nin önüne vardığımda kimseyi göremedim. Cidden, kimse yoktu. Yolun ortasında durmam, insanları kızdırmıştı. Ara sokağa girdim. Bu bir kamera şakası mıydı? Eğer öyleyse kamera neredeydi? Ya da bunun komik olduğunu mu sanıyordu? İç sesimi susturup ara sokakta ilerledim. Bağırış sesleri duyduğumda istemsizce ayaklarım adımlarını hızlandırmış, koşmaya başlamıştım. Çöp kutusundan kedinin çıkmasıyla çığlık atmam bir oldu.
Nefes al, derin bir nefes al. Biri çok acı çekiyormuşçasına inliyordu. Önümde 2 yol vardı, sesin nereden geldiğine emin olmak için bekledim. Kesinlikle sağ taraftan geliyordu. Kafamı hafifçe duvardan öne doğru kaydırdım. Tanrım, burada hiç ağaç felan olmaz mıydı? Hani filmlerde olur ya, adam sevdiği kızı kötü adamın elinden kurtarmak için saklana saklana gider ve kötü adamın kafasına herhangi bir şeyle vurup bayıltır. Burası tamamen boştu! Ayrıca ben bir adam değilim.
Yapabileceklerimi gözden geçirirken fazla ses çıkarmış olmalıyım ki Jack, ''Selam Alex, bizde seni bekliyorduk, öyle değil mi George?'' diye bağırdı.
Omzumu dayadığım duvardan ayrıldım. Gözlerim, Jack’in üstünde birkaç saniye dolandı. Onu görmediğim uzun bir süre boyunca kas çalıştığı belliydi. Ayrıca, sol kulağına bir de küpe eklenmişti. Gözlerimi, tüm nefretimle onun mavi gözlerine diktim. Kısık, baştan çıkarıcı bir şekilde güldü. Bu sefer gözlerim, yediği yumruk sonucu yere serilmiş olan George’a kaydı. Patlamış dudağının kenarından akan kan midemi bulandırıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Don't Let Me Go
FanfictionCan't believe your packin your bags (Bavullarını topladığına inanamıyorum) Tryin so hard not to cry (Ağlamamak için zorlanıyorum) Had the best time and now its the worst time (İyi zamanlarımız olmuştu ve şimdi en kötüsü) But we have to say goodbye (...