4 Aralık 2016 - İstanbul
Saat'in tik takları ve sonulum maskesinden gelen kendi hırıltılı sesi... Kan ter içinde, bu hastane odasında uyandığında duyduğu ilk iki ses...
Karşı duvardaki saate gözlerini diktiğinde yelkovan ve akrebin daimi uyumu son 360 derecelik devinimini tamamlayarak ömründen 1 saatin daha eksildiğini gösteriyordu:
Tik 1:59
Tak 2:00
Annesi neredeydi acaba, gecenin bu saatinde? Ünlü Doktor Cüneyt YETKİN'in karısı, cemiyet hayatının ünlü siması Ayla YETKİN...
İki yıl öncesine kadar davetlerin ve vakıf toplantılarının aranan ismiydi. Ama hayatta kalan tek oğlunu da aynı hastalıktan toprağa verme düşüncesi yaşına göre hayli genç ve bakımlı gözüken bu kadını herşeyi bir kenara bırakarak savaşmaya zorlamıştı. İkizlerinden birini 10 yıl önce aynı hastalık karşısında çıktığı savaşta kaybetmişti. Geriye kalan tek yavrunusunun üstüne de o soğuk ve ıslak toprağı atmayacaktı... Baran'nı toprağa karışmıştı. Ama Mahir'inin hala masmavi denizlere yelken açma şansı vardı.
Bunları söylemişti bir kaç saat önce kendisine annesi, Hipertrofik Kardiyomiyopati teşhisi ile 2 yıldır kalp donörü bekleyen oğluna. Özellikle, son 1 aydır hastaneye yattığından beri 19 yaşındaki gencin çok utandığı ama bu utancın ardında çok küçük, minik bir umut filizinin zihninde belirdiği bir eylemi yapıyordu annesi: Beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların vasileri ve aileleri ile uyuşabilecek bir kalp dokusu için konuşma... O kalplerden bir kere Mahir'e uymuş, acılı aile Ayla'yı resmen yanlarından kovmaktan beter etmişlerdi. Yani bir 1 aydır hiç bir şey değişmemişti. Mahir de artık bu yalvarma halini alan konuşmaların başkahramanı olmaktan yorulmuştu.
Olmamıştı. Olmuyordu. Olmayacaktı...
17 yaşında düzensiz nefes alışları, bayılmaları ve kalp ağrıları nüksettiğinde babasının yakın arkadaşı kardiyolog Onur Bey ailenin kâbus gibi üzerinde olan o genetik rahatsızlığı koydu: Hipertrofik Kardiyomiyopati... Bir çeşit kalıtsal kalp kası hastalığı. Kısaltılmış isminde bile meymenet yoktu ki: "HKMP hastasıyım..." dediğinde kim anlıyordu kendisini? Onu geçmişti zaten de en önemlisi ne anlıyordu? En azından kardeşi gibi ani bir kalp krizi sonucu daha 7 yaşındayken buluşmamıştı mavi gökyüzü ile... Daha deneyimli ayrılacaktı bedeni ve ruhu birbirinden.
Annesi toprak diyordu, kendisi gök... Hâlbuki bedeni ruhuyla gitmiyordu ki bi yere. Çok büyük bir inanç sistemi yoktu içinde ama okuduğu şiirler, var olan mitolojik imgeler, tarihsel olarak insanların inanışları onun en sonunda gökle buluşacağını gösteriyordu. Önemli olan işe yaramaz bu beden değildi ki... Sürekli kan alınan kollar, serum takılan damarlar ona her nefes aldığında ağır gelen kalp değildi... Ruhuydu önem arz eden! Gereksiz bedenindeki tek gerekli organ olan beyninde o düşüncelerin oluşmasını sağlayan ruhu...
Susadığını hissetti ve diğer kolundaki serumu rahatsız etmeyecek şekilde hareket ederek yanındaki komodinde duran, üstünde "never give up" (asla pes etme) yazılı porselen bardaktan, uyumuş olduğu süre boyunca kuruyan boğazını yakan ilk yudumunu aldı.
Ne görmüştü rüyasında, neler görmüştü? Gökle buluşuyordu rüyasında ilk önce, ölüyordu sanki... Ama ondan sonra göklerin mavisini kıskandıracak denizlerin mavisini ise kendini âşık edecek mavilikte iki göz ile karşılaşıyordu bakışları. Ve o ince kibar eller... Ona yaklaşan iki el birden Mahir'in içinde yaşayacağı dünya şeklinde küçük mavi bir küre gönderiyordu ansızın. Sonra o mavi küre kırmızı bir kalp şeklini alıyor ve sinesine yerleşiyordu genç adamın. Sonra o gözlerin sahibi, berrak sesiyle "Emanetime iyi davran! Zamanı gelince geri vereceksin!" diyordu...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MUCİZE
FanfictionYaşamadım ben... Sadece savaştım... Yaşamadım... Nereye gitsem ne yana baksam... 16 yaşımda kucağıma verilen emanet Sözüm oldu... Savaşım oldu... Litrelerce Gözyaşı oldu.