Nihayet, çocukluğundan beri istediği şeye kavuşmuştu Dilara... İstediği şehre gelmek ve olması gereken şehirde "hayatını şekillendirecek" bir öğretinin basamaklarına tırmanmak... Ve oldukça "ihtiyarlamış" olsa da, dedesi Hüsnü Bey'in yanına erebilmek... Onun gibi bir genç kız için "ne bulunmaz nimet"ti, bütün bunlar. Ve genç kız bunların kıymetini iyi bilecekti...
Elbette o, şehrine kavuşana kadar, birçok şey değişmişti. Ömrü boyunca okuyarak ve yazarak geçimini sağlamış; üç kızı ve üç oğlu olmasına rağmen hiç bir çocuğuna "kişisel bakımında ve işlerinde" yük olmamış dedesi çok hastaydı, artık... Akraba arasına gelmişti ama onlarca eve rağmen kendisini yarı resmi yarı özel bir yurtta bulmuştu, bir anda...
Dede evine gitmemişti. Yoksa, gidememişti mi, demeli... Hayır hayır gitmemişti. Çünkü, değişen çok şey vardı hayatta:
Babaannesi daha o altı yaşındayken ölmüştü. Hüsnü Bey, eşinin ölümünden sonra hiç evlenmeyi düşünmemiş; ona yeni bir evliliği tavsiye edenleri de hep azarlamıştı. Fakat, altı çocuğuna yüksek tahsil yaptırmanın yanında, -daha sonraki zamanlarda- birer ev de bırakan, bu hayatın pişirdiği adam, yıllar içinde çeşitli sebeplerle çocukları tarafından yalnız bırakılmıştı sanki. Kızları ve gelinleri evinde yalnız yaşayan ve dinçken her türlü işini kendi yapan bu asil adama dışarıdan yardıma uğraşsa da; bu olgun insan, an gelince bir hayat arkadaşı olması gerektiğini anlayacak ve evlilik kararı verecekti.
Dilara Lise ikide iken; o göçtüğü Balkan Şehrinden, ülkeye yabancı fakat "insanlığa dost" bir kadınla evlenecekti, Hüsnü Bey. Geldiği Balkan şehrinde gençliğinden beri acılarla pişmiş Zümrüt Hanım, Hüsnü Bey'le evlendiğinde kendisi altmış sekiz yaşındaydı, Hüsnü Bey ise seksene merdiven dayamıştı. Zümrüt Hanım, girdiği ailenin tüm fertlerini bağrına bastı. Hüsnü Bey'in her evladının ve her torununun huyunu, isteğini öğrendi, öğrendiklerine göre gönülleri hoş tuttu; onları kendi evladı gibi sevdi.
Yıllar geçtikçe, "beyni ve yüreği" limitsiz çalışan Hüsnü Bey'in beyni ve vücudu yoruldu. Dilara'nın üniversite okumak için geldiği yılda dedesi felç olarak, yatağa bağlı kaldı. İşte bu yüzden Dilara bu iki yaşlının evinde kalmak istemedi. Diğer evlerde de kalamayınca ilk yılını "yirmi altı kişilik bir koğuş"ta, bir kız yurdunda geçirdi, neşeyle...
Dedesi ve babaannesine (herkes Zümrüt Hanım'a "anne" demişti.) yurtta kaldığı bir yıl boyunca her hafta sonu uğradı. Yaşlıların çarşı pazar işlerini gördü. Gerektiğinde ev işlerinde yardım etti. Dedesinin evine her gelişinde, babaannesiyle beraber "felçlidir; o anlamıyor artık" denilen dedesiyle de sohbetlerini hep sürdürdü. Hatta, yaşlılar arasında geçirdiği bugünlerinden, bu anlarından; şehirde geçirdiği birçok günden ve birçok andan daha fazla keyif duydu. Görüyordu; bazı bakışları yakalıyordu -o bakışların arasında akrabaları olsa bile-:
"Taşralı, üniversiteli olmayı böyle algılar işte. Yaşlıların yanında ne işi var? Dışarıda yapacak çok şey varken..."
Fakat; ona bakan birçok göz, cevabı görmüyordu:
"Ben; kendimin, annemin, dedemin ve şu asil kadının hayatıyla; en az dört -belki de daha çok- hayatı okuyorum; şu ihtiyarların yanında.Siz, nereden göreceksiniz?"
Dede evinde "okunacak" çok şey vardı: Bilinçsizce yatan dedesini her seyrettiğinde çocukluğuna geri döner, dedesinin dinç hallerini yeniden yaşardı o... Daktilo başında çeviriler... Yabancı dil kitapları, sözlükler, eski yazılar...Gelen yabancı misafirler; "insan sohbetleri"... Bu dedesi ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı? Evin en büyüğü olmasına karşılık; yemeğini bitiren dedesi tabağını, kaşığını, bardağını masadan kendi kaldırır, suya tutar, tezgaha bırakırdı. Ütü için ya da ayakkabı boyatmak için dedesinin bir kez birisine seslendiğini hatırlamıyordu Dilara...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HAYAT İKSİRİ
Short StoryElbette o, şehrine kavuşana kadar, birçok şey değişmişti. Ömrü boyunca okuyarak ve yazarak geçimini sağlamış; üç kızı ve üç oğlu olmasına rağmen hiç bir çocuğuna "kişisel bakımında ve işlerinde" yük olmamış dedesi çok hastaydı, artık... Akraba arası...