1
Onu ilk kez Pire'de tanıdım. Girit'e gidecek vapura binmek üzere limana gelmiştim. Neredeyse sabah olacaktı. Yağmur yağıyordu. Güçlü
bir siroko rüzgârı esiyor, denizin serpintileri küçük kahveye kadar
geliyordu. Camlı kapılar kapalı olduğu için hava insan soluğu ve
adaçayı kokmaktaydı. Dışarısı soğuktu, camlar, insan soluklarından
buğulanmıştı. Keçi kılından kahverengi fanilalar giymiş ve burada sabahlamış birkaç denizci, kahve ve adaçayı içiyor, buğulu camlardan
denize bakıyorlardı.
Fırtınadan sersemleyen balıklar, dipteki durgun sulara inmiş,
yukarıda çevrenin durulmasını, balıkçılar da kahveye sığınmışlar, bu
tanrısal keşmekeşin durmasını bekliyorlardı; balıkların korkusu geçsin
de oltalara vursunlar diye... Dil, iskorpit ve pisi balıkları gece seferlerinden dönüyor, uyumaya gidiyorlardı. Şafak söymekteydi. Camlı kapı
açıldı. Kısa boylu, sarı benizli bir liman işçisi içeri girdi. Başı açık,
ayakları çıplak ve çamur içindeydi.
Kocaman, açık mavi perdesü giymiş bir ihtiyar deniz kurdu bağırdı:
— Ee Kostandi, nasılsın be? Kostandi kızgın bir tavırla tükürdü.
— Nasıl olalım? Günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev! İşte benim hayatım! İş yok!
Bazıları güldü, bazıları kafa sallayıp küfrettiler.Felsefe eğitimini Karagöz oyunlarında tamamlamış palabıyıklı biri
araya girdi:
— Hayatın kendisi işsiz; lanet olsun, kendisi!
Yeşilli mavili, tatlı bir ışık pis camlara vurdu, o da kahvenin içine girdi,
ellere, alınlara takıldı, ocağa sıçradı, şişeler alevlendi; elektrik gücünü
yitirdi; uykusuz ve mahmur kahveci, elini uzatıp lâmbaları söndürdü.
Bir an süren bir sessizlik oldu. Bütün gözler kalkıp çamurlu güne baktılar. Uğuldayarak kırılan dalgalarla, kahvenin içinde guruldayan
birkaç nargilenin sesi duyuldu.
İhtiyar deniz kurdu, içini çekti. Sonra mırıldandı:
— Acaba Kaptan Lemonis ne oldu, ulan? Tanrı yardımcısı olsun!
Açık denize kötü kötü baktı:
— Tuh sana, karı-kocayı ayıran deniz! dedi ve ıkınarak bıyığını ısırdı.
Bir köşeye büzülmüştüm, üşüyordum, ikinci bir adaçayı ısmarladım.
Uykum vardı. Uyku, yorgunluk ve sabahın verdiği üzüntüyle savaşıyordum. Bakıyor, bakıyordum. Çok koyu, deniz, yağmur ve hasretten
oluşmuş bir yansıma kalbimi sarıyordu.
Gözlerimi, hâlâ pruvasına kadar gecenin içine batmış gibi duran büyük
bir vapurun siyah küpeştesine dikmiştim. Yağmur yağıyor ve ip gibi
inen sular, gökyüzü ile çamuru birleştiriyordu.
Ben siyah vapura, gölgelere ve yağmura baktıkça, yavaş yavaş içimdeki
acı biçimleniyor; anılar yükseliyor ve o sevgili dost, yağmurla hasretten yapılmış ıslak havada gelip yerleşiyordu. Ne zaman? Geçen yıl
mı? Başka bir hayatta mı?
Dün mü? Ona veda etmek için bu limana inmiştim. Yine yağmuru, soğuğu, vaktin sabaha karşı olduğunu hatırlıyorum; kalbim yine altüst olmuş, kabarıyordu. İnsanın, sevdiği insanlardan geç ayrılması zehirdir! İnsanın, bıçakla keser gibi, kendisi için doğal bir iklim olan ıssızlıkta yine yapayalnız kalması daha iyi. Fakat o yağmurlu şafakta ben dostumdan ayrılamıyordum. (Bunun nedenini sonradan ve içim yanarak çok geç anladım.) Onunla birlikte vapura binmiş, kamarasında, saçılmış valizler arasında oturmuştum. Ona uzun uzun bakıyor, dikkatini başka yana çevirdiği zaman, yüzünün çizgilerini, o parlak, yeşilli beyazlı gözlerini, tombul ve genç yüzünü, ince, taze ifadesini, hepsinin üstünde de o uzun soylu parmaklarını süzüyordum. Bir ara bakışlarımın, üzerinde kaçakça ve emermiş gibi durduğunu farketti; sıkıntısını gizlemek istediği zamanki alaycı bakışıyla baktı. Beni süzdü, anladı. Ve ayrılığın acısını dağıtmak için alaycı bir gülümseyişle sordu:
— Ne zamana kadar?
— Ne, ne zamana kadar?
— Ne zamana kadar kâğıt yiyip mürekkep yalayacaksın? Benimle birlikte gel, orada, Kafkas'ta, ırkımızdan binlerce insan tehlikede; gel, onları kurtaralım. Sonra, o soylu tasarısıyla alay edermiş gibi gülmeye koyuldu:
—Onları belki kurtaramayız, diye ekledi. Ama kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun, hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır. Haydi öyleyse, öğreten öğretmen... Gel!
Karşılık vermedim. İlâh doğuran Kutsal Doğu, yüksek dağlar, Promete'nin kayaya saplanmış çığlığı... O yıllarda aynı kayalara saplanmış ırkımız bağırıyordu. Tehlikedeydi; kendisini kurtarması için oğullarından birini çağırıyordu. Ve ben, hiç etliye sütlüye karışmadan, bu çekilen acılar bir düşmüş ve hayat da, sürükleyici bir tragedyaymış da, insanın bir aşamaya varıp eyleme katılması sanki büyük bir kabalık ve bönlükmüş gibi, dinliyordum. Dostum karşılık beklemeden ayağa kalktı. Vapur şimdi, üçüncü düdüğünü öttürüyordu. Heyecanını saklamış olmak için alaycı bir tavırla: —Sağlıcakla kal, kâğıt faresi! dedi. Yüreğindekini açığa vuramamanın ayıp olduğunu biliyordu. Gözyaşları, tatlı sözler, kararsız el işaretleri ve halkça içtenlik belirtisi sayılan hareketler, ona insanın yakışıksız çirkinlikleri gibi görünüyordu. Bu kadar çok sevişen biz, tatlı bir söz söylememiştik; canavarlar gibi oynuyor, birbirimizi tırmalıyorduk. O ince, alaycı ve uygardı, bense vahşi. O kendini denetlemeye alışkındı, ruhunun bütün belirtilerini, gülümseyişinin altında kolaylıkla gizleyebiliyordu; bense haşin, yersiz, uygarlıktan kopmuş bir gülüş salıveriyordum. Heyecanımı ben de sert bir sözle gizlemek istedim ama, utandım. Hayır, utanmadım; yapamadım. Elini sıktım; bu eli tutuyor, bırakmıyordum. Gülümsemeğe çalışarak, — Heyecanlandın mı? dedi. Soğukkanlılıkla, — Evet dedim. —Neden?Yıllarca önce anlaşamadığımızı söylememiş miydik? Senin o sevdiğin Japonlar ne diyor? «Fudoşin!» Ölçülülük, dayanıklılık, yüzün hareketsiz bir maske gibi gülümseyişi. Ama maskenin arkasında ne olup bitiyor, o bizim bileceğimiz iştir. Uzun bir cümle yapmamağa çalışarak yine, yanıtladım onu: — Evet. Sesimin titreyişini önleyeceğimden emin değildim. Vapurda, bir kampananın, kamaralardaki uğurlayıcıları dışarı kovaladığı duyuldu. İnce ince yağmur yağıyordu. Hava, ayrılığın dokunaklı sözleri, yeminler, uzun uzun öpüşmeler ve sık sık soluyarak yapılan son uyarılarla doluydu. Kadın kocasına, dost dostuna sarılıyordu. Sanki sonsuza dek ayrılıyorlardı; sanki bu küçük ayrılış onlara büyük ayrılışı hatırlatıyordu. Kampananın tatlı sesi birden ıslak hava içinde, sancaktan iskeleye bir ölüm çanı gibi yankılandı. Dostum eğildi, yavaşça, — Bak, dedi, sende acaba olacak kötülükleri önceden sezme gücü var mı? — Evet, diye karşılık verdim. — Böyle masallara inanıyor musun? — Ne, yâni? Yânisi filân yoktu, inanmıyor ama, korkuyordum. Konuşurken, bir karar versin diye kendisini sıkıştırdığım, onun da dayattıktan sonra kabul edip «sevdiğim için istediğini yapacağım» diyerek dizime dokunduğu en içten anlarımızda olduğu gibi elini hafifçe sol dizimin üstüne koydu. Kirpikleri iki üç kez kırpıştı. Yine bana bakıyordu. Çok üzüntülü olduğumu anladı ve çok sevdiğim bir silâh olan gülümseyişini kullanmakta kararsızlık gösterdi.— Peki, dedi. Ver elini; eğer ikimizden biri ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa... Utanmış gibi durdu. Biz ki, yıllarca bu ruh ötesi hava seferleriyle alay etmiştik ve ot yiyenleri, ruhçuları, sofileri ve ektoplazmacıları * aynı çukurun içine atardık... Anlamağa çalışarak sordum: — Yâni? O, içine daldığı tehlikeli cümleden kurtulmak için aceleyle, — İşte böyle şakaya vuralım, dedi. Eğer ikimizden biri ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa, hemen öbürünü hatırlasın ve nerede olursa olsun, ona haber versin... Kabul mü? Gülmek istedi, ama donmuş gibi kalan dudakları kıpırdamadı. — Kabul, dedim. Heyecanı belli olduğundan korkarak aceleyle ekledi: — Elbette ben, bu gibi boş ruh bağlantılarına inanmam! * Ektoplazma: Bir medyumun vücudundan çıktığı ileri sürülen uçucu maddenin adı. — Zararı yok, olsun! diye mırıldandım.— Peki öyleyse, olsun; oynayalım bu oyunu. Kabul mü? — Kabul... Son sözlerimiz bunlar oldu. Sessizce el sıkıştık, parmaklarımız hasretle birleşti, sonra birden ayrıldılar... Sanki kovalıyorlarmış gibi arkama bakmadan aceleyle kaçtım. Başımı çevirerek son kez dostumu göreyim dedim, ama kendimi tuttum. İçimden şöyle demiştim: «Geri dönme! Yürü!» İnsanın ruhu sırf çamurdur; işlenmiş, hâlâ kabakıyım doğranmış becerilere sahip yontulmamış bir çamurdur ve temiz, sağlam olan hiçbir şeyi farkedemez; eğer yapabilseydi bunu; bu ayrılış ne kadar başka olurdu! Işık artıyor, sanki iki seher birbirine karışıyordu; artık dostumun sevimli yüzünü daha iyi görüyordum, limanın rüzgârı içinde hareketsiz ve kederli, yağmurla yıkanıyordu bu yüz. Kahvenin camlı kapısı açıldı, deniz uludu, içeri kısa bacaklı, sarkık bıyıklı, iki bacağının arası açık bir denizci girdi. Sevinçli sesler yükseldi: — Hoş geldin, Kaptan Lemonis! Köşeme büzülerek yine kendimi toparlamağa çalıştım; ama dostumun yüzü yağmurun içinde erimiş, kaybolmuştu bile! Kaptan Lemonis sakin, ağır ve az konuşan bir adam gibi, teşbihini çıkarmış, oynuyordu. Ben, görmemeye, işitmemeye, kaybolan hayali korumaya çalışıyordum. O zaman içimi dolduran öfkeyi, öfkeyi değil de, dostumun beni «kâğıt faresi» diye nitelediği zamanki utancı yeniden yaşamak mıydı bu? Hakkı vardı! Ben hayatı bu kadar sevmiştim, nasıl olmuştu da bunca yıldır kâğıt ve mürekkeplere karışmıştım? O ayrılış günümde dostum bana, daha iyi göreyim diye yardımda bulunmuştu. Artık talihsizliğimin adını bildiğim için seviniyordum; belki. onu daha kolay yenebilecektim. Sanki o artık dağılmış, cisimsiz ve elle tutulmaz halde değildi; sanki maddeleşmişti. Şimdi onunla görüşmem kolaylaşmış oluyordu. Sanki, dostumun bu katı sözü, içimde sessizce yol almıştı da, o zamandan beri ben, kâğıtları bırakmak, eyleme geçmek için vesile arıyordum. Bu sefil kemirici hayvanın manevî silâhım olmasından iğreniyor, utanıyordum. Bir ay geçmeden de kolayını buldum; Girit'in Libya'ya bakan kıyısında bırakılmış bir linyit ocağını kiraladım. Şimdi kâğıt fareleri sınıfından uzak, basit insanlar, işçiler ve köylülerle birlikte yaşamak üzere Girit'e gidiyordum. Gitmek üzere hazırlanmıştım; üstelik bu yolculuğumun çok gizli bir anlamı varmış gibi, pek heyecanlıydım; yolumu değiştirmeye içten kararlıydım. «Ruhum, diyordum, şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.» Hazırdım; ayrılışa pek az kalmıştı, kâğıtlarımı karıştırırken yarıda kalmış bir elyazısı buldum. Elime aldım, çekinerek sayfalarını çevirdim. İki yıldan beri içimde bir huzursuzluk, büyük bir hasret, sanki bir tohum vardı: Buddha* * Buddha: Hindistan ve Çin'de yaygın olan bir dinin kurucusu. Budizm'de öbür dinlerde olduğu gibi doğaüstü bir Tanrı düşüncesi yoktur. Onun, içimi durmadan yediğini, emdiğini, yerleştiğini hissediyordum. Büyümüştü. Tepiniyor, kaçmak için göğsümü tekmelemeğe başlıyordu. Artık onu atamıyor, bunu yapamıyordum. Zaten böyle bir atışı yapmak için vakit çoktan geçmişti.Bir ara, elyazısını böyle kararsız tutarken dostumun gülümseyişi havada sadece alay ve acıma halinde biçimlendi. Ben inatla «Alacağım! dedim. Ondan korkmuyorum, alacağım, kıs kıs gülme!» Bir çocuğu kundağına sararmış gibi kâğıdı dikkatle katladım ve aldım. Kaptan Lemonis'in ağır ve kısık sesi duyuldu. Kulak kabarttım; fırtınada kayığın direklerini sarıp yalayan cinlerden sözediyordu: — Yumuşak, kaygan, tuttun mu ellerin ateşe bulanıyor; bıyıklarıma sürmüştüm, bütün gece şeytanlar gibi parlıyordum*. Böyle işte, gemiye deniz suyu doldu, yüklemiş olduğum kömürler ıslandı, ağırlaştı. Gemi yatmaya başladı, ama Tanrı yardım etti, yıldırım indirdi, kapaklar kırıldı ve deniz kömürle doldu. Gemi hafifledi, yükseldi, ben de kurtuldum. Bu da geçti! Cebimden, yol arkadaşım saydığım küçük Dante'mi çıkardım; pipomu yaktım, duvara yaslanıp yerleştim. Ama bir an duraladım; ölmez dizelerin neresinden başlayacaktım? Cehennem'in yakıcı katranından mı, Araf'ın serin alevinden mi, yoksa doğrudan doğruya insan umudunun en yüksek katından mı başlamalıydım? İstediğimi seçebilirdim. Ufacık Dante'mi tutuyor, özgür olduğuma seviniyordum. Sabah sabah seçeceğim dizeler bütün günümü ayarlayacaktı. * Burada parlayan fosfor olsa gerek. Yazar denizcilerin asılsız inançlarını belirtmek istiyor. Karar vermek için yoğunlaşmış hayalimin üzerine eğildim, fakat vakit bulamadım; birden huzursuzluk içinde başımı kaldırdım. Nasıl olduğunu bilmiyorum, sanki başımın üstünde iki deliğin açıldığını duymuştum; birden arkama dönüp camlı kapıya baktım. Umut kafamdan şimşek gibi geçmişti: «Dostumu yine göreceğim!» Mucizeyi karşılamaya hazırdım. Aldanmışım; çok uzun boylu, kuru, patlak gözlü, altmışbeşlik bir ihtiyar, yüzünü cama yapıştırmış, bana bakıyordu. Koltuğunun altında küçük, yassı bir bohça vardı. En çok dikkatimi çeken şey, alaycı, üzgün, huzursuz ve alev alev yanan gözleriydi. Bana öyle görünmüştü gözleri. Bakışlarımız bir an birleşince, aradığının ben olduğuma inanmış gibi, kararlı bir tavırla elini uzattı ve kapıyı açtı. Hızlı, kıvrak bir yürüyüşle masaların arasından geçerek önümde durdu. — Yolculuk mu? diye sordu. Hayrola ne yana? — Girit'e. Neden sordun? — Beni de götürür müsün? Dikkatle ona baktım. Çukurlaşmış yanaklar, kalın bir çene, kabarık favorili kırlaşmış kıvırcık saçlar, kıvılcımlanan gözler. — Neden? Seni ne yapayım? Omuz silkti, alaylı, — Neden? Neden? dedi. İnsan nedensiz bir şey yapamaz mı? Şöyle keyfi için! Beni yanına aşçı olarak al, diyelim, çorba yapmasını bilirim. Gülmeye başladım. Kesin davranışı ve sözleri hoşuma gitmişti. Çorba da hoşuma giderdi. Uzaktaki ıssız kıyıya bu madrabaz ihtiyarı da birlikte götürsem kötü olmaz, diye düşündüm. Çorbalar, gülüşler, söyleşiler... Çok gezmiş, çok görüp geçirmiş Denizci Sindbad'a benziyordu; hoşuma gitmişti. Kocaman kafasını sallıyarak, —Ne düşünüyorsun? dedi. Senin de terazin var, ha? Dirhemle ölçüyorsun demek? Bre ver kararını, terazileri de şeytan alsın! Çıkık kemikli, izbandut haliyle tepemde duruyordu; onunla konuşmak için başımı kaldırmaktan yoruluyordum. Dante'yi kapadım. — Otur, dedim. Bir adaçayı içer misin? Oturdu; bohçasını dikkatle yandaki sandalyenin üstüne koydu. Alaylı, — Adaçayı mı? dedi. Gel buraya, kahveci! Bir rom! Rom'u yudum yudum içti; tadını çıkarmak için uzun süre ağzında tutuyor, sonra ine ine ısıtsın diye yavaş yavaş yutuyordu. «Duyarlı ve meraklı bir adam!» diye düşündüm. — Ne iş yaparsın? diye sordum. — Bütün işleri! Ayak, el, kafa işlerini! Bir de iş seçecek değiliz ya. — Son olarak nerede çalışıyordun? —Bir maden ocağında. Bak, ben iyi bir madenciyimdir; madenlerden anlarım, damarları bulur, geçitler açar, kuyulara inerim; korkmam, îyi çalışıyordum, işçilerin başıydım. Başka tasam yoktu. Gel gör ki, şeytan gelip kuyruğunu soktu. Geçen cumartesi akşamı keyfe gelerek birkaç tane attım, o gün bizi denetlemeye gelen patronla karşılaştım ve herife bir temiz sopa çektim. — Peki, neden? Sana ne yaptı? — Bana mı? Hiiiç! Ama hiç! Adamı ilk kez görüyordum. Zavallı bize sigara da dağıtmıştı. — Öyleyse?
—Uuf, sen de! Başka işin yok da soruyorsun! Öyle esti be birader! Sen değirmenci karısının kıçında ortografi arıyorsun. Değirmenci karısının kıçı insanın aklıdır. İnsan aklının değişik tanımlarını okumuştum; ama bu bana en şaşırtanı gibi geldi ve hoşuma gitti. Yeni arkadaşa baktım; yüzü sanki kuzey rüzgârlarıyla yağmurlar tarafından yenmiş gibi buruşuklar, oyuklarla, basbayağı testere yenikleriyle doluydu. Birkaç yıl sonra başka bir yüz, bende, aynı işlenmiş, acı çekmiş odun duygusunu uyandıracaktı: Panait Istrati'nin yüzü.. — Peki, çıkınında ne var? Yiyecek mi, çamaşır mı, takımların mı? Arkadaş, omuzlarını kaldırıp güldü. — Bana çok namuslu görünüyorsun, dedi, kusura bakma! Uzun, sert parmaklarıyla çıkınını okşadı: — Hayır, diye ekledi, santurdur bu. — Santur* mu? Santur çalar mısın sen? — Fukaralık bastığı zaman kahvelerde dolaşıp santur çalarım. Bu arada, kimi eski Makedonya hırsız havalarını da söylerim. Sonra, bağış toplamaya başlarım. Nah, şu külahla! İçi metelikle dolar. — Adın ne, senin? —Aleksi Zorba. Çok uzun boylu bir keşişe benzediğim ve başım yamyassı olduğu için, kızdırmak istedikleri zaman 'Fırıncı Küreği' diye de çağırırlar. Ne derlerse desinler. Bir zamanlar kavrulmuş kabak çekirdeği sattığımdan ötürü bana 'Çakaçuka' da derlerdi. Sözde nereye gidersem zarar verip tünediğim için bağ kütüklerine dadanan 'Pas. Hastalığı' adını da takanlar oldu bana. Başka takma adlarım da var ama, onları da başka zaman anlatırım. * Santur: Kanun'u andıran, tokmaklarla çalınan, maden telli bir çalgı. — Peki, santuru nasıl öğrendin? — Yirmi yaşımdaydım. Tâ Olimpos'un dibindeki köyümde açılan bir panayırda, santuru ilk kez dinlemiştim. Soluğum tutuldu o zaman. Üç gün ağzıma lokma koymadım. Tanrı ruhunu bağışlasın, babam: «Neyin var, ulan?» diye sordu. «Ben santur öğrenmek istiyorum» «Utanmıyormusun ulan? Sen çingene misin? Çalgı mı çalacaksın?» «Ben santur öğrenmek istiyorum.» Vakti gelince evleneyim diye biraz para biriktirmiştim. Görüyorsun ya, çocukluk! Kanım kaynıyordu, bir de o serseliğimle evlenmek istiyordum! Neyim var, neyim yoksa hepsini verip bir santur satın aldım. Nah işte, şu gördüğün. Santurumu alıp Selanik'e kaçtım. Recep Efendi adında, santur hocası meraklı bir Türk'ü buldum. Ayaklarına kapandım. «Ne istiyorsun ulan, Rumoğlu?» diye sordu. «Ben santur öğrenmek istiyorum!» «Peki ama, neden ayaklarına kapanıyorsun?» «Sana verecek param yok da, ondan!» «Santura çok mu meraklısın?» «Çok meraklıyım!» «Peki ulan, otur ben para falan istemem.» Bir yıl yanında kaldım. Öğrendim. Tanrı kemiklerini aziz etsin, şimdi ölmüştür. Tanrı Cennete soksun Recep Efendi'yi! Santuru öğrendiğimden beri başka bir adam oldum. Gamlı olduğum, ya da fukaralık bastırdığı zaman santur çalıp hafiflerim. Ben çalarken başkaları konuşsa duymam; duysam da konuşamam, isterim, isterim ama, yapamam. — Neden ama, Zorba? — Ee, sevda bu. Kapı açıldı; denizin uğultusu yine kahveye doldu, ayaklarla eller titredi. Köşeme daha çok sokuldum, paltoma sarındım, dayanılmaz bir mutluluk duyuyordum. «Nereye gideceğim?» diye düşündüm. «Burada iyiyim. Yıllarca sürsün, bu an!» Karşımdaki tuhaf konuğa baktım, gözlerini üzerime dikmişti; küçük, yuvarlak ve simsiyah gözlerini; akında kırmızı damarcıklar vardı; bakışlarıyla beni deldiğini ve doyamadan yokladığını hissediyordum. Neden sonra sordum: — Daha başka? Zorba yine kemikli omuzlarını kaldırdı: — Boş versene! dedi. Bana bir sigara verir misin? Verdim. Yeleğinden bir çakmak taşıyla fitil çıkarıp yaktı. Gözleri hoşnutluktan yarı yumulmuştu. — Evlendin mi hiç? —İnsan değil miyim ben? İnsan kördür; benden öncekilerin düştüğü çukura ben de yüzükoyun düştüm. Evlendim. Yuvarlanmaya başladım. Ev sahibi oldum, ev yaptım, çocuklarım oldu: İşkence. Ama, santur sağ olsun. — Kederini dağıtmak için evde de çalıyor muydun? —Ahulan, hiçbir çalgıyı çalmadığın nasıl da belli oluyor! Nedir o yumurtladıkların? Evde dert var, kadın var, çocuklar var, ne yiyeceğiz, nasıl giyineceğiz, halimiz ne olacak var? Cehennem!.. Santur ise gönül. rahatlığı ister. Karım bana bir söz dokundursa, santur çalacak heves mi kalır? Çocukların karnı aç olup da viyakladılar mı, sen gel de santur çal bakalım! Santur, yalnız santuru düşünmeni ister, anladın mı? Anladım ki, bu Zorba, bunca zamandır arayıp da bulamadığım adamdır; canlı bir yürek, sıcak bir hançere ve daha Toprak Ana'sından göbeği kesilmemiş hilesiz, kocaman bir ruh! Sanatın, güzellik aşkının, saflığın ve kederin ne olduğunu bu işçi bana en geniş insanca sözlerle anlattı. Kazma ile santuru kullanmasını bilen o ellere baktım; şiş ve çiziklerle dolu, biçimlerini yitirmiş, sinirli eller. Torbayı, bir kadını soyar gibi özenle ve şefkatle açıp eski, parlak, bir sürü telleri, bronz ve fildişinden işlemeleri ve ucunda ipekli bir püskülü olan bir santuru çıkardı bu eller. Kalın parmaklar, bir kadını okşar gibi, yavaş yavaş ve aşırı bir duygululukla santurun bütününü okşadı. Sonra, sevdiğimiz bir vücudu üşümesin diye nasıl sararsak, yeniden elleri santuru sardılar. Tatlı bir sesle mırıldandı: — Bu işte! Sonra yine dikkatle sandalyenin üzerine koydu. Denizciler, şimdi bardaklarını tokuşturup dudaklarına dayıyorlardı. Bir tanesi, Kaptan Lemonis'in omuzuna okşar gibi vurdu: — Eee Kaptan Lemonis, doğru söyle, üç buçuk attın, değil mi? Allah bilir, Ayos Nikalas'a kaç tane mum adadın! Kaptan diken gibi kaşlarım çattı, —Ulançocuklar, size deniz üzerine yemin ederim ki, Ölüm'ü karşımda gördüğüm zaman, aklıma ne Meryem geldi, ne de Ayos Nikolas! Kuluri'ye doğru döndüm, karımı hatırladım ve şöyle bağırdım: «Ah ulan Katerina! Şimdi senin yatağında olsaydım!..» Denizciler yine katıla katıla güldüler; Kaptan Lemonis de güldü. —Şu insan ne canavar be! dedi. Baş melek kılıçla tepesinde duruyor, onun aklı ise karıda! Hay yokolası utanmaz hay! Ellerini çırptı. — Kahveci! diye bağırdı. Gel, çocuklara ısmarlıyorum! Zorba, kocaman kulağını dikmiş, dinliyordu. Gözlerini çevirdi, denizcilere, sonra bana baktı: — Ne oluyor orada? diye sordu. Ne diyor bu herif? Fakat, birden silkinip kendine geldi. Şaşkınlıkla: — Bravo be! dedi. Bu denizciler işin sırrını çok iyi biliyorlar; çünkü gece gündüz ölümle boğuşuyorlar. Sonra koca elini havada salladı, —Olsun, dedi, başka papazın sürüsü bu! Gelelim bizim işe: Oturayım mı, gideyim mi? Karar ver! — Zorba! dedim ve elinden yakalamamak için kendimi zor tuttum. —Anlaştık Zorba, benimle geleceksin. Girit'te bir linyit madenim var. Sen işçilerle uğraşırsın. Akşamları ikimiz birlikte kumsala uzanırız
Benim ne karım, ne çocuklarım, ne de köpeklerim var; birlikte yer içeriz. Sonra sen santur çalarsın. —Keyfim olursa, duyuyor musun? Keyfim olursa. Sana istediğin kadar çalışır, esirin olurum! Ama santur başkadır. Canavardır o, özgürlük ister. Keyfim olursa çalarım; şarkı da söylerim. Sana zeybek, kasap havası ve pendozali* de oynarım ama peşin pazarlık: Keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin. Unutma ki ben de insanım. * Pendozali: Bir çeşit raks. — İnsan mı? Ne demek istiyorsun? — Yâni özgürüm. Bağırdım: — Kahveci, bir rom daha getir! Zorba atıldı: — İki rom! Sen de iç ki, tokuşalım. Adaçayı ile rom kafadar olamaz; sen de rom içeceksin. Kafadarlığımızın kuruluşuna! Kadehleri tokuşturduk; gün artık iyice ağarmıştı. Vapur düdük çalıyordu. Valizlerimi vapura götüren sandalcı gelip bir işaret yaptı. Kalkıp Zorba'nın omuzuna dokundum. — Gidiyoruz, dedim; Tanrı yardımcımız olsun! Zorba yavaşça ekledi: — Şeytan da! Eğildi, santurunu kolunun altına aldı, kapıyı açtı ve önce kendi çıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
zorba Nikos Kazantzakis
AdventureÇok sevdiğim bir işçi olan Aleksi Zorba'nın hayatını ve yaşama düzen- ini yazmayı çok kez istemişimdir. Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım eden- ler çok azdır...