Napura, 175.
Zamanda yolculuk koltuğumda oturmuş seyahat ediyordum. Beş sene döngüsünün başladığı yerdeydim. Beş sene önce benim yerimde ağabeyim oturuyor, parlayan kıyafetlerinin içinde bir krala layık omuzlarıyla dimdik duruyordu. Şimdi gerçekten de altın tahttaydı. Sarı saçları ışıkların altında parlıyor, buz mavisi gözleri kalabalığın üzerinde geziniyor, dudakları bıçak kadar keskin bir gülümsemeyle kıvrılıyordu.
Onun yerinde hiçbir zaman olmak istememiştim. Biz iki zıt kutup gibiydik; birbirimizi deli gibi sevmemize rağmen onunla ortak bir yönümüzün olması neredeyse imkansızdı.
O beş sene önce bu masada düşmanlarıyla oturuyordu, ben ise dostlarımla oturuyordum. Ailelerimiz bizi doğduğumuzdan beri rakip olarak yetiştirmiş, birbirimize karşı doldurmuş, birbirimizi yenmek için eğitmişti. Oysa dövüş talimleri, eğitimler, sınavlar, okullar, bizi bir savaşçı yapmak için bizi eğiten her insan bizi aynı cephede savaşan dostlar haline getirmişti ve bu gece aramızdan hangimiz kazanırsa kazansın, hepimiz masayı mutlu terk edecektik.
Dört kişiydik. Ancak masada sadece üç koltuk vardı. Kraliyet ailesine ait altın kaplamalı, değerli koltuklar. Bunlardan biri yarın sabah güne Kral ya da Kraliçe olarak uyanacak kişiyi taşıyordu.
Napura ilk defa böyle bir ana tanıklık ediyordu. Düşmanlara, kine, kılıçların sesine alışkındı ama ilk defa bu salonda kahkahalar yankılanıyordu. Kalabalığın, soylu yaşlıların bize olan garip bakışlarını gördükçe birbirimize daha çok kenetleniyor, daha güçlü gülüyor, yemeğin tadını çıkarıyorduk. Üstelik altın kaplama olmasa da bir koltuğu daha masamıza çekmiş, bu gece bizimle yarışmayacak arkadaşımızı da yanımıza almıştık.
Yüz yetmiş beş yıl önce bu gezegen ilk keşfedildiğinde, atalarımız mecburi kolonilerle göç etmek zorunda kalmışlardı. Dünya neredeyse çürüyüp kokan bir ceset gibiydi. Savaşların, zulmün, müsrifliğin topraklarımızı nasıl kusturduğunu görmüştük ve bu gezegen bizim ikinci şansımız olmuştu. Savaş istemiyorduk, nankörlük istemiyorduk, ancak nihayetinde kan arzusunu asla bastıramayan insanlık bu beş yıl döngüsünü başlatmıştı.
Başka şekillerde olabilirdi. Babadan çocuğa geçme, halk tarafından seçilme ya da daha sayamadığım birçok şekilde o tahta çıkabilirdik. Ancak halk yarış istiyordu. O tahtı hak ettiğimizi görmek istiyordu. Kendi ailemiz dışında herkesten nefret edip, bu koltuk ve isim için savaştığımızı görmek istiyordu.
Napura'da son otuz yıldır dört soylu aile vardı. Bu aileler aynı zamanda bölgeleri, toprakları ve orada yaşayan halkı da temsil ediyordu. Eğer beş sene boyunca soylu ünvanını kaybetmez isen, bu yarışmaya bir kral ya da kraliçe yollamak zorundaydın. Güneyi ve ailemi ben temsil ediyordum. Dostum Elnora, kıvırcık kabarık saçlarıyla bu kızıl kadın, güzelliğiyle herkesi büyülemekten çekinmeden zırhını kuşanmış ve doğuyu temsil etmek için buraya gelmişti. Xuan Ray, güney batıda küçük bir alanı temsil etmesine rağmen mütevazilik ve efendilikle belki de en sevilen aileyi temsilen buradaydı.
Kendisi de ailesi gibi kendini hemencecik sevdirebilirdi. Gülümsediğinde kapanıp yarım ay gibi kıvrılan gözleri, yanağında satır çizgileri gibi uzun uzun çıkan ve gözlerine kadar tırmanan gamzeleriyle aramızda yaşını gösteren en çocuksu kişiydi. Siyah saçlarına jöle sürmüştü, masaya oturduğumuzdan beri bununla dalga geçip gülsek de içten içe bu gece çok yakışıklı olduğunu düşünüyordum.
Giannis ise kuzeyden geliyordu. Melezliğinin rengini taşıyan teniyle oturduğu koltuğa, bu parıltılı salona o kadar yakışıyordu ki aramızda kral olmayı en çok hak eden kişinin o olduğunu biliyorduk. Ancak kuzey, bu beş senede kansere yakalanmış bir beden gibiydi. Kraliyet, yani ağabeyimin önderliğinde ki bu kravatlı adamlar kuzeyin yeniden inşasına karar vermiş, Giannis'in ailesini soylu unvanından men etmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Game of Death #YGMart2019
Short StoryNapura, 175. Döngünün 35. savaşı. "Çok fazla güven tehlike doğurur."