Hangi ustanın hünerli ellerinden çıktığını asla öğrenemeyeceğim siyah sokak taşlarına ürkek çocukların adımlarıyla basa basa yürüdüm o sabah.Taşlar ustaca kesilmiş , aynı ustalıkla , özenle dizilmişti sokağa.
Saatme baktım , yediyi çeyrek geçiyordu.Geçcikmiştim.Adımlarımı önce yerdeki üç taşa göre ayarladım , sonra taş sayısını dörde çıkardım . Şimdi daha hızlı yürüyordum . Yürürken bir yandan da sokaktaki taşların nasıl böyle kusursuz , simetrik olarak dizilebileceğine akıl erdirmeye çalışıyordum. Kimdi bu taşları buraya getirenler , ne zaman , ne zahmetlerle taşımışlardı acaba ? Taşlar sokaklara döşenirken bu kentin insanları neler hissetmişti ?
Bu şehrin otanik sokaklarının hepsi böyle bazalt taşlarla kaplıydı . Sokaklarda ne zaman yürüsem bu taşları yontan , onlara şekil veren usta elleri düşünüyor , içten içe derinbir sevgi , saygı duyuyordum. Sevginin ötesinde bu siyah taşları kıracak onları düzgün bloklar haline getiren , sabırla emek harcayıp hayat veren yontucuları kutsal adamlar olarak görüyordum.
Sokakları gibi evleri de taştan , topraktandı bu şehrin . Evlerde de sert kayalardan kesme taşlar kullanılmıştı . Eyvanlar ise taşçı kalemlerinden özenle çıkmış yontulardan yapılmıştı. Yüksek taş duvarlara çevirili karanlık , samanlı toprakla sıvanmış , neredeyse birbirine bitişik evlerin her yanı da taştı. Her şey taştı bu şehirde ; her yan katı siyahlıktı. ''İnsanlar da katılaşıyor taşlara baktıkça '' diye düşünüyordum. Acaba insanlar bu yüzden mi tahammülsüz , sevgisiz , hoşgörüsüz bu kentte ?
Armutlu sokağından Şair İbrahim Rafet Caddesine doğru hızlı adımlarla giderken aklımdan bu şehirle ilgili daha birçok düşünce geçti.Fakat tam köşede bu düşüncelerimden sıyrılmak zorunda kaldım. Bakkal çırağının ''Yine geç mi kaldın Behram abi , hayırdır böyle hızlı hızlı ?'' sözleriyle irkildim. Ona isteksizce el sallayıp yoluma devam ettim. Kimseyle konuşmak istemiyordum bu sabah.Önümde köylerden gelen şalvarlı adamlar , mavi çarşaflarına sarılmış ihtiyar kadınlar yürüyordu. Bir süre onları izledim , sonra bir guguk kuşunun insanın yüreğine işleyen sesi dinledim . Ara sokaklardan köpek havlamaları , eşek anırmaları geliyordu . Tatlı ve elma şekeri satıcısı çocukların kulakları tırmalayan bağırışları , hayvan pazarına koyun sürülerini götüren elleri değnekli , öksüren çobanların bağırtıları kalabalık senfonide küçük birer fon olarak kaldı kulaklarımda.
Kaleye çıkan yola varmadan sağa saptım . Epeyce gecikmiştim , bu yüzden kestirme yoldan gitmeye karar vermiş , tamamen bilinçsizce bu dar sokağasapmıştım . Yıllar sonra düşündüğümde o sabah tamamen tesadüfi olarak yönümü değiştirmenin hayatıma nasıl yangınlara sebep olacağını bilemezdim tabi. O gün sağdaki dar sokağa sapmamış olsaydım , Keçeci Behram olarak ömrümün sonuna kadar normal yaşantıma devam edecek , bir sevda yangınına bunca acılar çekmeyecektim.
O daracık , ara sokakta , yarı aralanmış boyasız tahta kapının girişinde yeşil gözlü kız sanki beni bekliyordu. Bir elinde hortum , bir elinde süpürge öylece duruyordu. Aramızda üç dört adımlık uzaklık kala başımı kaldırdım . Göz göze geldik . Kocaman yeşil gözlerinin içine girdim , kayboldum. Durdum , büyülenmiştim , gözlerinden bir ışık demeti ok gibi gözlerime daldı , oradan kalbime indi. Ilık bir titreme içimi sardı . Gözleri yüzünün beyaz tenine ne güzel yakışmıştı. O büyülü gözlerden bakışlarımı alamadım uzun süre. Ormanın içlerine doğru uzun bir yolculuğa çıkmış gibiydim. Bu yolculuk hiç bitmesin istiyordum. Kaybolmak , bu yeşillikte sarhoş olmak , dünyayı unutmak ne güzeldi . Yüreğimden sıcacık kanın damarlarıma aktığını hissettim. Tüm bedenimi gizemli bir titreme aldı. Orada ne kadar durdum , o gözlerin derinliğine ne kadar daldım bilmiyorum . Bildiğim tek şey bu kısa anın beni alt üst etmesi , içimde depremler yaratmasıydı.Bakışlarımı indirmeden yürüdüm. O da yanından geçip gidene kadar cesaretle gözlerimin içine baktı. Çarpılmıştım . Sersemlemiş , vurgun yemiştim , ruhumda depremler oluşmuştu. Heyecandan , şaşkınlıktan dönüp bir kez daha bakamamıştım . Oysa ne çok istiyordum yeniden görmeyi o yeşil gözleri ... O gözlerin içinde kaybolup isimsiz yedi iklim ilkelere yolculuk etmeyi . Bu güzel kızı , bu meleği , ne bahasına olsursa olsun tekrar görmeliydim . Bu dünyada güzeline bir daha bakmalı , onunla konuşmalıydım . Adı neydi acaba ?
Şeytan Küçesi , önümde bir yılan gibi kıvrılıp gitse de çarşının daracık sokakları şimdi bambaşka güzeldi benim için . İnsanlara tek tek selam vermek , onları kucaklamak istiyordum , mutluluktan uçuyordum.
Tütün satıcıları , kumaşçılar dükkanlarını yeni açmışlardı . Kuyumcuların önünde avuç açan fukara insanları , alış veriş yapan çarşaflı kadınları geride bırakarak gümrük hanına saptım.
Yıllardır çalıştığım , sabahın şafağından , akşamın karanlığına dek emek harcadığım tarihi gümrük hanındayım yine... Kim bilir kaç yüzyıldır ne insanlar gördü bu han ? Yıllara meydan okurcasına ilk günkü otanikliğini koruyarak , yine dimdik ayakta işte ! Tarihe baş kaldırır gibi . Keçecilerin , terzilerin , meyankökü satıcılarının , tütüncülerin , çaycıların ekmek kapısı Gümrük Hanı . Hanın tam ortasında kocaman bir avlu , avluyu boydan boya örten ulu asma ağacı ... Asmanın gölgesinde zaman tüketmeye çalışan nargileli yaşlılar , tahta iskemlelerine sabahın ilk ışıklarıyla kuruluyor , akşamın geç vakitlerinde evlerinin yolunu tutuyorlar. Bu asma , ne sohbetlere şahit olmuştur kim bilir , gölgesinde ne sözler verilmiş , ne yalanlar söylenmiş , ne dostluklar kurulmuştur . Kaçak tütünden nefesler çekilirken , demli çayların keyfi ne güzel olmuştu . Köylerden deve kevranları , yükleriyle atlar , katırlar gelmiyor artık . Şimdilerde , özellikle akşamüstüleri asma ağacın ve hanın otanik , serin güzelliğine tahta iskemlelerinde sohbet ederek , Çaycı Lezgo'nun çayını keyifle yudumlayan memurlar daha çok rağbet ediyor.
Yıllar öncesinin gençlik günlerini hatırlamaya çalışan aksakallılar ,burada bıraktıkları anılarını tazelemeye çalışıyorlar . Nasırlı elleriyle tabaklarını çıkarıp , kaçak tütün sarışınlarında o günlerin izlerini görmek mümkün ... Kimi geçmişin ünlü kaçakçısı , kimi kervanla komuşu şehilerden getirdiği malları bu handa pazarlayan eski tüccar ... Ağızlarından çıkan her söz , her soluk o günleri taşıyor günümüze... Aslında onlar bin yıllık bir öykünün gerçek kahramanlarıdırlar. Onlar da hanın duvarları gibi , direniyorlar , ölüme , kedere , yoksulluğa , tükenmeye direniyorlar ... Birer tarih abidesi olarak yaşamaya devam ediyorlar . Kışın yağan kara , yağmura , soğuğa ; yazın toza , dumana , bunaltıcı sıcağa direniyorar sabırla ...
Yeni bölüm geldi za: D:SA okuyun hadi voteleyin oylayın bişeyler yapın anam ne kadar şeysiniz neyse hadi bb.
-Hilal Kaya .