Bencilin tekiydim.
Ama sadece kendimi düşünmeme, kendimi düşündüğümü düşünmeme rağmen herkesin yerine uykulardan uyanıyor, herkesin yerine taşlı yollardan geçiyor, iğneyi de çuvaldızı da kendime batırıyordum. Bunu da tüm bencilliğimle söylemiştim yüzüne.
Gözlerim hep ölümler görmüş, ölüler gömmüş, yürekler söndürmüş, siyah gökkuşakları altında kalmış, kızgın ve eriyik asfalta yüreğini düşürmüş gibi bakıyordu. Görmemeleri benim suçum değildi. Anlatmam ya da belli etmem gerekmiyordu. Bilmeleri gerekiyordu. Hiç değilse Jongin'in beni anlaması gerekiyordu.
Evet, fazlasıyla bencildim ve ilgi istiyordum. Ama haklı olduğum gerçeğini değiştirmiyordu bu durum. Belki de Kaudupul'a ondan daha çok değer verdiğimdendi de bahaneyi tüm bunlarda buluyordum. Çünkü nefes alamadığım naylon bir balonun içinde nasıl yaşadığımı kimseye anlatamıyor, kimseye betimleyemiyordum. Ve arada bir o balonun ağzını açıp da bana nefes olmaya çalışan Jongin'e teşekkür etmeyecektim. Beni o balonun içine zorla tıkıştıran kendisiydi.
Gidiyordum işte. Günü bilmiyorum ama mevsimin kış olduğuna eminim, yani sanırım. Fazlasıyla soğuktu çünkü, kış olması için yeterli bir sebepti.
Arkamda bıraktığım adamı hiç de umursamadığımı zannediyordum yola çıkana kadar.
İlk gidişim değildi. Çok kaçmışlığım vardı herkesten ve her şeyden. Gitmem için en ufak bir rüzgar yetiyor, zaten savrulup duran bedenimi minik hortumlara katıp, evirip çevirip atıyordu dünyanın herhangi bir köşesine, herhangi bir çukura ya da deliğe. Ve her seferinde değişmeyen kaçışlarımın, değişmeyen tek öznesi oluyordu.
Kim Jongin. Bana sadık tek dünyalı. Ve bana karşılıksız aşık olduğunu zanneden bir aptal. Kaç kere beni bırakmasını söylemiştim ona, bana her şeyi yapmıştı, bir tek bırakıp gitmemişti.
Şimdi de aynısı olacaktı. Oturduğu o iğrenç limon sarısı koltuğundan kalkıp koşarak yanıma gelecekti. Bin kere " At şu koltuğu evden." demiştim ona.
Gözlerimi iki yana salladım. Yine o neon ışıklı gürültülü yola yürümüştü kafamdaki tüm kelimeler işte. Oysaki şu anda tüm gençliğimi harcadığım başka bir şeyi düşünmeliydim. Artık bende heyecan uyandıran o tek güzelliği.
Bu dünyada dokunamadığım, bu yüzden de bana bulaşmadan güzelce yaşayıp yine destansı bir şekilde ölen tek güzellikten bahsediyorum.
Kaudupul.
Öyle naif bir çiçeği dönem sonu bitirme tezi yaptığım için kendimi de öldürmem gerekiyordu bir ara. Bunu unutmamalıyım, evet kendimi bir ara öldüreyim bunun için.
Şimdilik Atakama çölüne gidip Kaudupul'u fotoğraflamalıydım. Sonrasında yapmam gerekenleri tek tek yerine getirecektim zaten.
Çantasında duran fotoğraf makinemi çıkarıp yanıma aldığım yüzlerce pilden dördünü taktım pil yatağına. Henüz Kaudupul yoktu ama göz alıcı ve göz yakıcı bir çölde yol alıyorduk. Otobüste en arka köşeye oturmak gibi bir aptallık yapmasaydım daha çok fotoğraf da çekebilirdim ama mide ilacımı alıp uyumak zorunda kalmıştım. İlk defa bu kadar uzağa gidiyordum. Nedense içimde bir ürperti vardı. Bir daha beni hiç göremeyeceği için canını yakacağım birinin içindeki ürpertiydi ama kendime itiraf ederek daha fazla vicdan azabı çektirmek istemiyordum.
Dudaklarımın üzerindeki kabukları ısırırken gözlerimi makinenin merceğine dayayıp birkaç kez denklanşöre bastım. Nasıl çektiğime bakamadan otobüsün sertçe durmasıyla kafamı öndeki koltuğa geçirdim. Cidden, çölün ortasında trafik olmadığına göre bu hoş değildi.