"Düşüncelerinin harman yerinde
Kuşkonmaz yeşili ve el değmemiş
Hiç günyüzü görmemiş 17'lik bir çiftçi
Sapın samanın birbirine karıştığı hayallerde
Akşamdan kuşluk vaktine değin
Her şeyi bırakıp arasın.Gökten yere kadar bir ateşi
Yerin altında başlangıcını sarı bir buğday tanesinin
Adem'in özünden çıkarsın kendi özünü
Akşamdan kuşluk vaktine değin
Gök karardıkça,
Yüreğimiz dağlandıkça,
Biz aynı yangınlarda yansak da
Bir tarlanın sonunda bir başımıza"Asya'nın geniş dağlarının arasında, göğün ve yerin bir kalplerin ayrı olduğu bir uygarlık varmış. Gündüzleri koyun ve keçileri, geceleri ise sarı kandilleri ve Lucretius ile bilinirmiş. Bundan tam yirmi yıl önce burada buğday tarlaları yok olmuş. Tüm altın sarılığını topraktan hışımla çekip insanlığı bir başına bırakmış. Lucretius içli delikanlıymış, tek bildiği iş başak toplamakmış. Buğday bitmez, güneş uğramaz topraklara dayanamamış. Kavurucu bir yaz sabahının ardından buğdayları aramaya çıkmış. Yaşlı kadınlar "yapma" demiş. " Tanrı bizi böyle cezalandırdı. Bırak cezamızı çekelim, günahımızdan arınsın toprak. " Oysa Lucretius ne yerde ne gökte buğdaydan daha yüce bir şey bilmez, tanrı dendi mi aklına ancak sarı tarlalar gelirmiş. Beyaz saçlı, gümüş kolyeli kadınlar " Günahkar" demiş ona. "Çık bu dağların arasından, kafir kanını akıtmayalım bu topraklara." Lucretius'un yüreğinin de kalmaya niyeti yokmuş. Sarı kandillerini alıp dağları bırakmış ardında. Nehirler, ormanlar geçmemiş. Sadece kılcallarına ayrılmış kumullar üzerinde yürümüş. Ne bir tek can ne bir tek başak görmüş. Toprağı kazmış tohum aramış, dağlara çıkmış adını bilmediği, yüzünü görmediği, dilini duymadığı tanrıya yalvarmış. Hiç ses yokmuş, zaten ona inanmıyormuş. Gümüş kolyeli kadınların haksız olduğunu kanıtlıyormuş sadece kendine. Sonra Lucretius'u ne gören ne duyan olmuş. Koskoca yirmi yılda ne yaptığını ondan başka kimse bilmiyormuş. Ama o yirmi yılın sonunda ne olduysa olmuş. Lucretius dağların arasına dönmüş. Herkes
-yaşlı kadınlar bile- sanki o hiç gitmemiş gibi hayatlarına devam etmişler. Lucretius'un ağaçların en üst dalına çıkan, nehirlerin en azgın yerlerinde yüzen halinden eser yokmuş oysa. Yüzünde günyüzü görmemiş yorgunluk ve inançsız bir kalbin izleri varmış. Sonraki haftalar dağlarda keçi otlatmış, koyunlardan yün toplamış. Ama geceleri sıkıntıdan midesine giren ağrılar, gözlerine yayılan yorgunluk devam etmiş. Rüyalarına bulaşmış altın tarlaları ve derisini kahverengiye çeviren güneş daha da hasta etmiş delikanlıyı. Geri dönüşünün birinci ayında çocuklar onu kurak bir tarlanın ortasında ölü bulmuş. Çilli, kavruk yüzü güneşe dönük... Çocuklar ilk uyuyor sanıp korkutmaya çalıştıkları, etrafında kıkırdadıkları Lucretius bir temmuz ayının kuşluk vaktinde nefes almayı bırakmış. Son nefesini verdiği tarla ertesi yıl hasat vermiş. Gönüllerin ayrı, güneşin ayrı, acının ayrı olduğu bu coğrafyada bir tek Lucretius'un başakları birmiş. Her yaz altın güneşe doğru, mağrur ve el değmemiş.