Vanessa Merrich

21 1 0
                                    


Karanlık. Gece. Yağmur. Bu da neyin nesi böyle? Neredeyim?

Sanki bütün kemiklerim tek tek kırılmışcasına ağrıyordu. Gözlerimi açtığımda gördüğüm manzara karşısında dilim tutulmuştu. Yağmur kendini iyiden iyiye arttıran rüzgârla kucaklaşıyor, ağaçların sivri dalları mezar taşlarını okşuyordu. Neredeydim? Bir mezarlıkta orası kesin. Peki, buraya nasıl gelmiştim? Ayaklarımda ayakkabılarım bile yoktu. Üstümde geceliğimle burada ne halt ediyordum? Yağmurdan çamurlaşmış zeminde yanımda getirdiğim herhangi bir şey var mı diye bakındım. Çamuru bir iki kez yokladıktan sonra vazgeçtim. Demek yanımda hiçbir şey olmadan dışarı çıkmıştım. Ellerimi kollarıma sürtüp biraz ısınmaya çalışmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Mezarlığın hemen yanındaki sokak lambasından gelen ışık etrafı incelememe imkân veriyordu. Usulca ayağa kalktım. Gözlerim yazıları silikleşmiş mezarların üstünde dolanıyordu. Kenarında uyandığım mezar taşına baktım. Vanessa Merrich. Ölüm Tarihi 1862. Benim doğum tarihim. Hemen altına bir şey kazınmıştı. "Vita es Morte"...Ölüm yaşamdır. Kimdi bu Vanessa Merrich? Saçlarımdan süzülen yağmur damlaları bütün vücudumu ıslatmıştı. Herhalde birisi beni bu halde görse arkasına bakmadan kaçardı. Mezarlığın çıkışını aramak için yürümeye başladım. Oldukça büyük ve ürkütücü bir yerdi burası. En azından zifiri karanlık değil. Ayaklarımı gıdıklayan çamurdan kurtulmak için adımlarımı hızlandırarak gözetlemeyi sürdürdüm. Kalbim vücudumun aksine tehlikeyi sezmiş küçük bir kuş gibi hızla kanat çırpıyordu. Alt tarafı mezarlık. Evet, ben de o 'alt tarafı' mezarlıkta, gecenin bir vakti direniyorum. Ne hoş (!)

Sanki ne kadar yürürsem yürüyeyim mezarlığın sonu yoktu. Sonunda üşümenin verdiği yorgunluk beni bir mezarın kenarına çöktürmeye yetmişti. Vanessa Merrich... Nasıl olabilir? Bir dakika. Ben zaten burada uyandım. Ve dakikalardır yürüyorum. Nasıl başladığım yere gelmiş olabilirim? Zihnimi dolduran sorular zinciri beni gittikçe korkutmaya başlamıştı. Kafamı ellerimin arasına aldım. Gözlerimi kapayıp içime derin nefesler çektim. Sonra mezarın yanındaki kapıyı fark ettim. Peki, tamam. Bu burada yoktu. Ayaklandım. Sanki kaybolacakmış gibi kapıya koştum. Demirin ıslak kokusu burnuma dolarken rahatladım. Gerçekti. Tüm gücümle kapıyı aralayıp dışarı çıktım. Dişlerim tangırdıyor, gecenin bir yarısında bomboş olan sokağa sessiz bir gürültü sağlıyordu. Sokaklar bana yabancıydı, ben de onlara. Daha önce buradan geçsem hatırlardım. Sokak adlarının bulunduğu tabelalar bile tuhaf görünüyordu. Sanki... Sanki farklıydı. Bu yüzyıla ait değillermiş gibi. Kendi kendime güldüm. Ana caddelerden birini bulabilmek içi dümdüz yürümeye karar verdim.

Saatlerdir yürüdüğümü ancak güneşin etrafımı ışıtmaya başlamasıyla anlayabilmiştim. Islak kıyafetlerim kurumaya başlamış ama benim titremem hızlanmıştı. Yakında sıcak bir yer ve kuru kıyafetler bulamazsam en kötü ihtimalle soğuktan donarak geçirecektim. Saatlerdir yürümenin verdiği yorgunluk ayaklarıma baskı yapıyor buna rağmen bir an önce buradan kurtulma düşüncesi adımlarımı hızlandırmama yardımcı oluyordu. Onlarca sokak köşesi döndükten sonra küçük bir kır evinden yayılan ışık içimdeki umut filizlerini yeniden yeşertmişti. Hızlıca evin verandasına doğru koştum ve sabırsız bir alacaklı gibi kapıyı çalmaya başladım. İnsanlar şaşıracaktı. Dahası belki de korkacaklardı.

Kapıyı omuzlarında deriden yapılma bir şalla, yaşlı bir kadın açtı. Gözleri üzerimde dolaşırken düşmanca görünmese de bu bakışların altında yatan merak ve endişe duygusunu hissedebiliyordum. Becerebildiğim kadar gülümsedim. Ya bir yalan uyduracaktım ya da tuhaf mezarlık hikâyemi anlatacaktım.

"Merhaba. Ben... Yolumu kaybettim." Üstümdeki yazlık gecelikle.

"Merak ediyordum da bir fincan kahve alabilir miyim? Sabah yağmuruna yakalandım." Bir dakika kadar süren sessizlikten sonra yaşlı kadın gülümseyerek eve davet etti. "Bakalım sana uygun bir şeyler bulabilecek miyiz?" diyerek elime bir kahve fincanı tutuşturdu ve ortadan kayboldu. Ev ılık olmasına rağmen oturduğum tahta sandalyenin buz gibi soğuğu tenime geçer geçmez titredim. Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle kendime çeki düzen vererek yaşlı kadını bekledim. Ama gelen o değildi. Orta yaşlı. Belki benim yaşlarımda açık kumral saçlı, neredeyse gümüş gözleri olan bir adamdı. Bana bakarak sırıttı. "Anne! Bir misafirimiz olduğunu söylememiştin." Diyerek iç çekti. Üstündeki giysiler eski ve yamalıydı. Tarlada çalışan çiftçilerin giydiklerine benziyordu. Sanki  yıllar öncesinin kıyafetleri gibiydi. Kafamı aşağı eğip yaşlı kadının hemen gelmesini umdum. Birkaç dakika sonra elinde gri bir elbiseyle gelen kadın gülümsüyordu. "İşte! Nihayet buldum! Kızım Jenny'nin elbiselerinden biri." Bana doğru sallayarak giyinmem için oda gösterdi. Odaya girer girmez ıslak kıyafetlerden kurtulmanın verdiği rahatlıkla hızla elbiseyi giydim. Sanki özellikle bana dikilmiş gibiydi. Yerlere kadar uzun ve eteği çan şeklinde olan basit, işlemesiz bir elbise. Tıpkı annemin bana hediye ettiğine benziyordu. Kadına teşekkür ettim. "Şey adınızı öğrenebilir miyim? Yardımlarınızı karşılıksız bırakamam."

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Sep 22, 2019 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Ben, DaisyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin