Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insanatesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor.
Halbuki o hiç de fevkalade bir adam
değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün
etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan
biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana
merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri
gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar
neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hik-
met bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat
bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer
kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm
birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre
bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin
tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen
yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu
meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz,
beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat
insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri
araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir
kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu
hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan
bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından
tanımam sadece bir tesadüf eseridir.
Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra -neden
çıkarıldığımı hâlâ bilemiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat
haftasına yerime adam aldılar- Ankara'da uzun müddet iş aradım. Beş on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu gelmesini icap ettiriyordu.
Bir hafta sonra bitecek olan lokanta
karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı.
Sonu çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten sonu çıkmayınca nedense gene üzülüyor; arkadaşlardan habersiz olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum.Birkaç tanıdık ntarafından ara sıra davet edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve
ihtiyaçlarımın beni bugünden yarma çıkarması bile imkânsız hale
geldiği nispette, benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu.
Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena
muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman
başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek
yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım
arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. "Vaziyetin nasıl?" diye
sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: "Fena değil... Tek tük
muvakkat* işler buluyorum!" diye cevap veriyor ve hemen
kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak
ihtiyacım da o kadar artıyordu.
Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır
ağır yürüyor, Ankara'nın harikulade sonbaharını doya doya içime
çekerek ruhumda nikbin** bir hava yaratmak istiyordum. Halkevinin
camlarından aksederek beyaz mermer binayı kan rengi deliklere boğan
güneş, akasya ağaçlarının ve çam fidanlarının üzerinde yükselen ve
buğu mudur, toz mudur, ne olduğu belli olmayan duman, herhangi bir
inşaattan dönen ve parça parça elbiselerinin içinde sessiz ve biraz kambur yürüyen ameleler, üstünde yer yer otomobil lastiği izleri uzanan
asfalt... Bunların hepsi mevcudiyetlerinden memnun görünüyorlardı.
Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmekteydi. Şu halde bana da
yapacak başka bir şey kalmıyordu. Tam bu
sırada yanımdan hızla bir otomobil geçti. Başımı çevirip baktığım
zaman camın arkasındaki çehreyi tanıdığımı zannettim. Nitekim araba
beş on adım gittikten sonra durdu, kapısı açıldı;
mektep arkadaşlarımdan Hamdi, başını uzatmış, beni çağırıyordu.
Sokuldum.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Hiç, geziniyorum!" "Gel, bize
gidelim!"
Cevabımı beklemeden bana yanında yer açtı. Yolda anlattığına göre,
çalıştığı şirketin bazı fabrikalarını dolaşmaktan geliyordu:
"Geleceğimi eve telgrafla bildirmiştim, herhalde hazırlık yapmışlardır.
Yoksa seni davet etmeye cesaret edemezdim!" dedi.
Güldüm.
Sık sık görüştüğüm Hamdi'yi, bankadan ayrıldığımdan beri
görmemiştim. Makine vesaire komisyonculuğu yapan, aynı zamanda
orman ve kereste işleriyle uğraşan bir şirkette müdür muavini olduğunu
ve oldukça iyi bir para aldığını biliyordum. İşsiz zamanımda kendisine
müracaat etmeyişim de hemen hemen bunun içindi: İş bulmasını rica
etmeye değil de, para yardımı yapmasını istemeye geldim zanneder
diye çekinmiştim. "Hep bankada mısın?" diye sordu. "Hayır,
ayrıldım!" dedim. Hayret etti: "Nereye girdin?" İstemeye istemeye
cevap verdim: "Açıktayım!"
Beni baştan aşağı bir süzdü, kılık kıyafetime baktı, evine
davet ettiğine pişman olmamış olmalı ki, elini dostça bir tebessümle
omzuma vurarak: "Bu akşam konuşup bir çare buluruz, aldırma!" dedi.
Halinden memnun ve kendinden emin görünüyordu. Demek artık
tanıdıklara yardım lüksünü bile yapacak hale gelmişti. Gıpta ettim.
Küçük, fakat şirin bir evde oturuyordu. Biraz çirkin, fakat
cana yakın bir karısı vardı. Hiç çekinmeden yanımda öpüştüler. Hamdi
beni yalnız bırakarak yıkanmaya gitti.
Beni karısına tanıtmadığı için, ne yapacağımı bilmeden, misafir
odasının ortasında dikilip kaldım. Karısı da kapının yanında duruyor ve
belli etmeden beni süzüyordu. Bir müddet düşündü. Galiba zihninden
"Buyurun, oturun!" demek geçti. Fakat sonra buna lüzum görmeyerek
yavaşça dışarı süzüldü.
Her zaman ihmalkâr olmayan, hatta bu gibi kaidelere fazlaca dikkat
eden ve hayattaki muvaffakiyetinin bir kısmını da bu dikkatine borçlu
olan Hamdi' nin beni böyle ortada bırakı-vermesinin sebebini
düşündüm. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden
biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı
gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar "siz"
diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar
alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda
kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta
çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak...
Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi'ye
kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi. Sadece, kalkıp, kimseye
haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı
düşündüm. Fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü
kadın, yamalı siyah ço-raplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi.
Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma
baktım. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait
olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla
moda mecmuaları vardı. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş
bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa
benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım,
daha açmadan Hamdi kapıda göründü. Bir eliyle ıslak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz frenk gömleğinin
düğmelerini ilikliyordu.
"E, nasılsın bakalım, anlat!" diye sordu. "Hiç!... Söyledim ya!."
Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal,
eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi
düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir
müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini,
herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi
başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de
gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet
göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
"Yazı filan yazıyor musun?" dedi.
"Ara sıra... Şiir, hikâye!"
"Bir faydası oluyor mu bari?"
Gene güldüm. O "Bırak böyle şeyleri canım!" diyerek pratik hayatın
muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından
sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap
verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden,
küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki
muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç
çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı
hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle
kendisine daha çok cesaret veriyordum.
"Yarın sabah bana uğra" diyordu. "Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen
zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun
ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir...
Unutma... Erkenden gel, beni gör!"
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden
olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da, bunu burada
yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için
pervazsızca konuşuyordu.
Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi
uzatarak:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÜRK MANTOLU MADONNA - ORİJİNAL
General FictionHikayeye dair ve Sabahattin Ali'ye dair tüm bilgiler ve kendi notlarım hikaye tamamlandıktan sonra alt kısımda yer alacaktır.Diğer hikayelerime göz atmayı unutmayın 🌿 Destek için güzel yorumlarınızı ve beğenilerinizi eksik etmeyin. 👍 Hep başkaları...