"tatlım koşmayın, düşeceksiniz!" anaokulu çocuklarıyla dolu bir doğum günü partisi düzenlemek jeon yoongi'nin aldığı en kötü kararlardan biriydi. gün içerisinde tekiyle mücadele edemezken yirmiden fazlasıyla mücadele edecek olmasına inanmak gülünçtü. kafasına nereden geldiğini bilmediği doğum günü şapkasını kafasından çıkartıp derin bir nefes aldı. "hemen koşmayı bırakıp yanıma gelirseniz pastamızı yiyeceğiz." hala çocuklara karşı birkaç kozu vardı.
boylarının kat be katı kargaşaya sebep olan çocuklar anında çığlık çığlığa etrafına toplanmış ve usluca ortasında büyük bir paket olan masanın etrafındaki sandalyelere kurulmuşlardı. üstüne kapattığı pastayı açtığı an eş zamanlı olarak çocuklarının gözlerinde oluşan parıltıyı görmüştü. örümcek adam temalı pastaya bakarken kendini tebrik etti, minik jürilerini etkilemek için uykusuz bir gece geçirmiş ve bir servet harcamıştı. "hadi bakalım önce dilek dile sonra da üfle." meraklı bakışlar arasında beş mumu tek tek kocasının sigarasını yakmak için kullandığı çakmakla yakarken konuştu. oğlan ise hızlıca kafasını onaylar biçimde sallamış, ardından gözlerini kapatmış ve bir kaç saniye dudaklarını oynattıktan sonra tüm nefesiyle mumlara üflemişti.
tekrar yükselen sevinç çığlıklarına, birkaç el çırpma ve bozuk bir dille söylenen doğum günü şarkısı eklenmişti. oğlunun yüzüne eğilip yanağına bir öpücük kondurduktan sonra kulağına yaklaştı. "ne diledin meleğim?" çoktan bir aydık istediği oyuncağı almıştı ama yine de merak etmişti çünkü bu sıralar çocuklar arasında tabletlerin oyuncuklardan daha çok sevildiğini duymuştu eğer duydukları doğruysa çabucak hediyesini değiştirmeliydi.
"bir daha kavga etmemizi diledim." heyecanla gülen yüzü duyduğu cümleyle düşmüştü. oğlu çok da yüksek olmayan sandalyesinden atlayıp arkadaşlarının yanına koşarken dona kalmıştı. içi içine yemeye başladı, kendine ve malum kişiye sinirinin sonucuydu bu ama şimdi en güzel mutluluk maskesini takmaktan başka bir seçeneği yoktu.
☥
oturduğu mutfağın biraz uzağında ama görüş açısı olarak tam karşısında duran adamın evin girişinde ayakkabılarını çıkartmaya uğraşırken ettiği birkaç küfürle irkildi, neredeyse uykuya dalmak üzereydi. loş ışıkta zar zor seçebildiğim duvar saatini kırmızılaşmaya başlayan gözleriyle okumaya çalıştı.
saat dördü biraz geçiyordu. altı saattir gün içerisindeki koşuşturma yetmezmiş gibi belli aralıklarda kahve içerek kendisini uyanık tutmaya çalışıyordu. uykusuzluktan bayılma evresine geçmesine şaşırmamak lazımdı.
yavaşça ve hafif sendeleyen adımlarını merdivene yönlendiren adam görmeyi beklemediği bedenin varlığıyla adımlarının yönünü değiştirdi. "yoongi?" kapı pervazına yaslandı.
uzamış kakülleri altında sert bakışlar atmaya çalıştı kısa olan. o kadar uzun zamandır kendi iyiliği için bir şey yapmıyordu ki görüşünü kapatacak kadar uzamış kaküllerinin de o an farkına varabiliyordu. attığı sert ve yargılayıcı bakışlar dışında bir şey yapmaya tenezzül etmedi. "uyumamışsın bebeğim, bir sorun mu var?" gördüğünden emin olmak için gözlerini birkaç kez açıp kapattı jungkook.
yoongi histerik bir kahkaha attı, yeniden patlamaya hazır hale gelen öfke yanardağı ağzını kapalı tutma yeminini bozuyordu. karşındakininin salağa yatma rolüne katlanacak raddeyi çoktan geçmişti. "sorun ha, sorun." sesini yükseltmemeye çalıştı. "sorun sensin."
oturduğu sandalyeden fırlayıp karşısındakine, etki edip etmemesi önemsiz, yumruk atmak istedi. eşinin yaşayabildiği yükseklikte bir öfke yaşamak istedi. mantığıyla
jungkook kaşlarını çattı. suçlandığını anlamıştı, ne için suçlandığını anlayamayacak kadarsa kafası uçuktu. "sikeyim ya ne oluyor?" uzun olan içtiği yoğun miktardaki içkiden mi yoksa yükselmeye başlayan sesten mi kaynaklı olduğunu bilmediği baş ağrısını şakaklarını ovuşturarak geçirmeye çalıştı.
