PERDE III
(Perde açılınca düzenli bir oda görünür. İslâm Bey yataktadır.)
Birinci Meclis
Zekiye, İslâm Bey
Zekiye (Kendi kendisine) — Uyuyor, hâlâ uyuyor. Verdiği sözü ne de güzel tutmuş! Bak göğsünde kanlı yaralardan kaç övünç nişanı var! Hekim ne diyordu? Bu geceyi de geçirirse yarına tehlike yokmuş. Öyle değil mi? Ah, umut, hekim sözünün doğruluğuna kalırsa... Ben de deli miyim? Hiç, Allah göstermesin, bir tehlike olsa gönlüm bu kadar rahatta mı olur? Ne kadar da tatlı uyuyor! Tek, uykusu bir dakika uzasın! Ömrümden bir yıl azalsa râzıyım. (Gülümseyerek) İnsanın aklından ne deli deli hülyâlar geçiyor! Acaba... Bir kerecik olsun... Ah! Ayrıldığı vakit hayâlimi kıskanıyordum! Deli! Şimdi bir gece rüyasında seni gördüğünü söyleseler, müjdesine canını vermez misin? Uyuyor. Ne güzel uyuyor. Melek de uyusa böyle uyur. Saçları yastığa ne tuhaf dağılmış. Keşke yastığı göğsüm olaydı... Keşke yorganı saçlarım olaydı. Böyle şeyleri insan söylüyor da sonra dayanamıyor. Kucağıma aldım. Aklım, gönlüm, ciğerim hep göğsüme, kollarıma geldi sandım. (Uzaktan uzağa top sesi işitilmeye başlar) Hay Allah kahretsin. Ne hasta bilir, ne yaralı düşünür... Topun ağzından herkese can dağılsa, belki bu kadar vakti vaktine atmaya başlamazlardı. Vatanınız için ölmeye mi geldiniz? Ya niçin vatanınızdan çıktınız? Pek iyi! Çıktınız, ölseniz... Ölüm karşınıza gelince şâhin görmüş ördek kadar kaçarsınız. Öldürecek adam buldukça bulutla yarışan kaplan gibi kovalarsınız... Öyle değil mi? Sanki aldığınız canlar vücudunuza girecek! Sanki öldürdüğünüz adamların ömrü sizin olacak!
(Top sesleri gittikçe sıklaşır. İslâm Bey uyanır. Zekiye odanın bir köşesine saklanır.)
İslâm Bey — Atın! Atın! Uyur arslanları uyandırın. Şimdi yüzlerini karşınızda, pençelerini göğsünüzde bulursunuz... Vücudumda ne var? Ha! Yaralanmışım... Yazık ki kazandığım kavgalar... kırdığım kılıçlar... dağıttığım fırkalar hep rüya imiş! Yâ Rabb-ül-âlemin! Ben acaba ne büyük günâh işledim! Buhran içinde bile, gözlerim kapandıkça Zekiye'nin; açıldıkça yine Zekiye'nin yüzü görünüyordu... İnsanı cehennemde iken kendisine cennette gibi göstermek adâletine yakışır mı? Cihân bu ya! Elbet de yaralanalı çok zamandır... O kadar düşleri, hülyâları geçirmeye aylar ister. (Top sesleri sıklaşır. Öfkeyle) Ah! Düşman karşısında adam bulamamış da güllesini kara topraklara, yalçın kayalara atıyor. Bizi istihkâm içinde görmekle kendisinde daha çok yiğitlik düşünemez a. Hele bire iki... bire beş gelsin... Dâimâ kurşununu göğsümüzle, süngüsünü gönlümüzle karşılamaya hazırız. Ancak, o böyle gayreti kalabalıkla bastırmak isteyince, biz de elbet de demire taşı karşı tutarız. (Top sesi artar) Patla! Patla! Bu kalede senin sesinden değil, içindeki ateş küreyi patlatsa onun gürültüsünden bile korkacak bir kadın, bir çocuk bulamazsın. Ne yanlış inançta imişim! Vatan yolunda ölecek kırk kişi yoktur sanırdım. Gâlibâ düşman da Osmanlıları benim gibi görmüş! Evet, Osmanlılar söz arasında vatan için kaygılanmaz gibi görünürler; o kadar kaygılanmaz gibi görünürler ki, konuştuğun adamı taştan yapılmış resim sanırsın. Hele karşılarında bir düşman göster! Hele vatanın kutsal topraklarını bir yabancının pis ayağıyla çiğneyeceğini anlasınlar; işte o vakit halka başka bir hâl geliyor; işte o vakit insan en miskin köylü ile benim aramda hiç fark bulamıyor; işte o vakit o abalı kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler, o çifte koşulur öküzden fark etmek istemediğimiz zavallılar aradan bütün bütün kayboluyor da yerlerine Osmanlılığın, kahramanlığın ruhu meydana çıkıyor. En güçsüzü dişiyle kılıca, eliyle kurşuna salıyor. Kimse sınırın bir taşını, en değersiz bir taşını korumada, yavrusunu koruyan dişi arslandan, anasını sakınan erkek insandan geri kalmıyor. Baksanıza askeri düşmanın önüne getirinceye kadar kırbaç değnek kullanmaya mecbûr oldular. Şimdi bir kere düşman göründü; o, kırbaçla, süngü ile getirdiğimiz askeri ileri gitmekten kılıçla, süngü ile, değnekle engelleyemiyoruz. (Şiddetle yerinden kalkarak) Estağfurullah! Bu kale, senin attığın güllelerle alınmaz. Elinden gelirse, git Azrail ile arkadaş ol. Önce hepimizin canını alsın. Ondan sonra belki... Düşman da görmüyor mu ki kendisinden beş kişi kanlar, topraklar içinde yuvarlanmadıkça, bizden bir kişinin ruhunu göklere göndermek mümkün olamıyor?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vatan Yahut Silistre
Historical FictionVatan yahut Silistre, Namık Kemal'in 1872'de kaleme aldığı dört perdelik tiyatro yapıtıdır. Namık Kemal'in ilk tiyatro yapıtı olan eser, Türk Edebiyatı'nda romantik tiyatronun ilk tipik örneklerindendir. Tanzimat döneminin en önemli isimlerinden bir...