"fleur de lys" fransızca'da "zambak" anlamına gelir.
bulutlarla kaplı bir sabahtı ama içimde hava durumuna tezat bir huzur vardı. hayatın yoruculuğu altında ezildiğim şu günlerde bana uğrayan bu histen de hoşlanmıştım açıkçası. bu yüzden yüzüme bir tebessüm kondurmuş, yeni uyanan avusturalya'ya karşı gülümsemiştim. bir yandan da avucumun içinde dikkatli bir şekilde, minik bir taşı tutuyordum. bunu dan amca'nın kafesine varıp ona teslim etmeden rahat edemeyeceğimi anladığımda adımlarımı daha da hızlandırmıştım. yoksa bu acelem kesinlikle yağmurdan kaçmak için değildi. eğer öyle olsaydı büyük bir ayıp etmiş olurdum, çünkü ben yağmurda ıslanmaktan büyük bir zevk alan insandım.
her sabah uğramaya alışık olduğum kafeye doğru ilerlerken tahminlerim doğru çıkmıştı. serpiştirmeye başlayan yağmur siyah saçlarımı ıslatıyordu. boş olan elimi havaya kaldırmış, yağmur tanelerinin tenime değmesini beklemiştim. çocuksuydu belki hareketlerim ama biliyor musunuz, ben en çok bu yanımı seviyordum.
tabelasında "fleur de lys café" yazan dükkanın önüne geldiğimde burnuma taze kahve kokuları çarpmıştı. yüzüme istemsizce konan bir tebessüm ile kapıyı ittirmiş ve içeri girmiştim. bakışlarım direk tezgahın arkasında, sabahki müşterileri için hazırlanan dan amca'ya takılmıştı. gözlerini kısmış, elindeki kağıdı okuyordu. odaklandığı için olsa gerek benim geldiğimi fark etmemişti. bu yüzden öksürmüş ve dikkatini çekmiştim. beni gördüğü an da yüzüne geniş bir gülümseme yayılmıştı. her sabah yaptığı gibi gür sesiyle bana "günaydın sevgili oğlum!" demişti. ben de aynı şekilde karşılık vermiştim ama fransız olan bu adamın ingilizce kelimeleri telaffuzuna gülmeden de edememiştim.
"bence artık gözlük almalısın," diyip yanına gitmiştim. tezgahın önünde durduğumda elindeki kağıdı çekmecelerden birine özenle koymuştu. sonra da arkasını dönüp bana ters ters bakmıştı. "ama haksız mıyım? amour'un mektuplarını zar zor okuyorsun artık."
"aslında doğru diyorsun evlat," demişti ve hemen yüz ifadesi yumuşamıştı. zaten onu hiçbir zaman sinirli göremezdiniz, hayatımda tanıştığım en ılımlı insanlardan biriydi.
avucumda sıkı sıkı tuttuğum taşın varlığı aklıma gelmişti. "sana bir şey getirdim," demiş ve taşı tezgahın üzerine koymuştum. kahve makinesine bakmayı bırakmış ve yeniden yanıma dönmüştü. tezgahın üzerinde duran taşı görünce "gerçekten yapmışsın!" diyip şaşkınlıkla haykırmıştı. başımı sallamış ve memnuniyetle gülümsemiştim. o, dün yapması bütün akşamımı alan taşı incelerken ben de tezgahın arkasına gitmiş ve sabah kahvemi doldurmuştum.
dan amca yaklaşık bir hafta önce benden bir şey istemişti. elime eski karısının fotoğrafını tutuşturmuş ve "bunu o taşlarından birine çizebilir misin?" demişti. iki senedir hayatımda büyük bir yer edinen bu adamı kıramamıştım ve uzun süre sonra sahile gidip en güzel taşı bulmuştum. ahşap masama yığdığım fırçalarla birlikte de bu güzel kadının resmini taşın üzerine çizmiştim. şu an yüz ifadesine bakılırsa çok beğenmişti. emeklerimin karşılığını alabilmenin verdiği mutlulukla tebessüm etmiştim ve kahve fincanını elimde sıkı sıkı tutarak sandalyelerden birine oturmuştum.
taşın üzerine resim çizme tutkum neredeyse on sene önce başlamıştı. ben küçükken annem ve babamla okyanusa yüzmeye gitmiştik. gün boyu dalgaların arasında eğlenmiştik. kumların üzerine oturup hindili sandviçlerimizi yerken de gözüme bir taş çarpmıştı. boyutu büyüktü ve yüzeyi parlaktı. onu fark etmenin heyecanı ile sandviçimi kuma bırakıp -daha sonra yemeğim kirlendi diye ağlamıştım tabii- taşı almaya gitmiştim. heyecanımı gören annem ise eve döndüğümüzde bana taşımı boyamamı önermişti. önce parlaklığı gider diye korksam da, sonradan annemin fikri cazip gelmişti. elime boyalarımı ve fırçamı alıp parlak taşımın üzerine kaktüs resmi çizmiştim. ve o zamandan beri de hobi olarak bulduğum taşların üzerine resim çiziyordum. emek isteyen, değişik bir uğraştı ama çıkan sonuçlardan memnun kalıyordum, önemli olan da buydu.
her zamanki köşemde sıcak kahvemi yudumlayıp gelen müşterileri izlemeye başlamıştım. hafta içi, okula gitmeden önce hep bu kafeye uğrardım. artık benim için ücretsiz olan leziz kahve ile günüme başlardım. hayatımın sonuna kadar bu rutini devam ettirsem de bıkmayacağımı düşünüyordum. çünkü hiçbir akrabalık bağımız olmasa bile bana "oğlum" diye hitap eden bu adam ile sıcacık kafesinin samimiyeti çok güzeldi.
sırt çantamdan dizüstü bilgisayarımı çıkarıp sunumuma çalışmaya başlamıştım. bir ara dan amca yanıma gelmiş, boşalmış fincanımı doldurmuş ve yeni boyanmış, siyah saçlarımı karıştırmıştı. ben de onunki kadar iyi olamasa da akıcı bir şekilde konuşabildiğim fransızca'm ile teşekkür etmiştim. bunun dışında bir saat verimli bir şekilde ders çalışmam ile geçmişti.
aynı şekilde bakışlarımı ekrana kilitlemiş, dikkatimi sadece sunumuma vermişken karşıma bir kız oturmuştu. başımı kaldırdığımda çekingen bir yüz ifadesiyle bana baktığını görmüştüm. ben şaşkınlıkla ona bakarken, o kısık bir sesle "başka yer yok da, buraya oturabilir miyim?" demişti. bakışlarımı ondan çekmiş ve kafede gezdirmiştim. gerçekten de her masa dolmuştu. bakışlarım tekrardan onu bulduğunda ise ne kadar terbiyesiz bir hareket yaptığımı fark etmiştim. çekingen duruşu ve kızarmaya başlayan yanaklarına bakılırsa bunu sormak onun için zaten zordu. ben de inanmayıp etrafıma bakınca iyice gücenmişti.
panikle ellerimi iki yana sallamış ve "kusura bakmayın, tabii ki oturabilirsiniz," demiştim. belli belirsiz tebessüm etmiş ve masanın üzerinde duran karton bardağı eline alıp birkaç yudum almıştı. ben de yeniden rahatsız olmasın diye odak noktamı sunumum yapmıştım. ama bu beklediğimden daha zor olmuştu. bilgisayar ekranından kafamı kaldırmış ve tekrardan ona göz atmıştım. parlak, kısa, siyah saçlarını dalgalı bir görünümle iki yandan bırakmıştı. ince dudaklarına koyu bir ruj sürmüştü ama çok da göze çarpan bir rengi yoktu. belki de beyaz tenine çok yakıştığı için bana öyle gelmişti. kemikli ellerini birçok yüzük ile donatmıştı. köprücük kemiklerini ve omuzlarını biraz açıkta bırakan, sarı bir kazak giymişti. göz kapaklarına da ince bir eyeliner çekmişti. ben onu gözümü kırpmadan incelerken, başını kaldırmış ve şaşkın bir şekilde bana bakmıştı.
"şey... bir sorun mu var?"
neler yapıyordum ben... kendime gelmeliydim! önce yanıma oturması konusunda rahatsızlık çıkarmış, sonra da utanmadan süzmüştüm karşımdaki güzel kızı. ne diyeceğimi bilemeyerek kalakalmıştım. en sonunda ise kısık bir sesle "hayır, bir sorun yok hanımefendi," demiştim. bu sefer de benim yüzüme al inmiş, çekingen davranan taraf ben olmuştum. on dakika sonra da ders saatim yaklaştığı için kuru bir "iyi günler," diyerek fleur de lys'den ayrılmıştım.
flora banks'in tek anısı'ndan etkilenerek yazılmıştır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fleur de lys café; bang chan
Fanfiction[short story] chan, her sabah gidip fındıklı americano içtiği kafede bir kız ile tanışır. dedicated to @hantenshi 231119 ✿