Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 16 Recep 1431 - 28 Haziran 2010 Pazartesi sabah namazı vakti Rabb'ine, sevdiğine kavuşarak, dâr-ı bekâya irtihal etmişlerdi.
Yayınlanan (Ağustos-Eylül-Ekim 2010) üç aylık dergimizde Zât-ı âlileri'nin hayat-ı saadetlerinin
zâhiri ve bâtınî kısımları bir nebze de olsa açıklanmaya, Ümmet-i Muhammed'e tanıtılmaya, duyurulmaya çalışılmıştı. Bu aydan itibaren hayat-ı güzideleri, sohbetleri, sözleri, hatıratları
safha safha yayınlanmaya başlayacak ve bu bölüm Zât-ı âlileri'ne mahsus bir şekilde
bizzat yaşanılan ifadelerle aktarılmaya devam edecektir, inşallah-u Teâlâ...Düzce'deki hânelerinin bahçesindeki havuzun etrafında misafirleriyle sohbet esnasındayken, uzaktan salâ sesi duyulmaya başlar. Bir an sükût olur. Bu arada sevenlerden birisi: "Bir kişi daha rahmete kavuştu." der.
Tebessüm ederler ve akabinde şöyle buyururlar: "Rahmete kavuşanlara ne mutlu efendim!"
Ve sohbet bu mevzu üzerine devam eder.
Rahmete kavuşmak için sıfat-ı insaniye ile gitmenin gerektiğini, sıfat-ı hayvaniyeyi öldürebilirsek yaşayacağımızı, öldürmedikçe hayat bulamayacağımızı, nefsi öldürme basamağından sonra hayat-ı ebediyenin başladığını, yoksa felâket-i ebediye olacağını beyan buyururlar.
Mevzu devam ederken çok eskiden beri talebesi olan rahmetli Bursalı Hacı Hüseyin Tunçak kardeşimiz gelirler. Misafirlerin yanına oturarak sohbete iştirak ederler ve Zât-ı âlileri kendisine bir rüyâsının olup olmadığını sorarlar. Ve rüyâsını şöyle anlatır:
"Mandaya benzer büyük bir hayvan gördüm. Hafiften bir ses: ‘Kes onu!' dedi. Yatırayım da keseyim diye düşünürken. ‘Yatıramazsın, ayakta kes!' dediler. Ben de bıçağı boğazına çalıp kestim. O anda güçlü kuvvetli bir insan oluverdi."
Zât-ı âlileri; "Biz de bu mevzu üzerinde konuşuyorduk." buyurduktan sonra şöyle devam ettiler:
"Elhamdülillâh sıfat-ı hayvaniyeyi giderdiler."
Bu beyanı duyan misafirler ve Hüseyin Tunçak kardeşimiz sevinirler. Zât-ı âlileri sohbete şöyle devam ederler:
"Bu ilk merhaledir. Bundan sonra yol almaya başlanır."
Bu konuyu Zât-ı âlileri şöyle açmaktadırlar:
"Hayat ikidir: Ulvî hayat, süflî hayat.
Ulvî hayatı yaşayanlar öyle kimselerdir ki, gözleri yaşlıdır, boyunları büküktür, karınları açtır. Fakat gönül cennetinde yaşarlar. Yaşadıkları hayatı hiç kimse bilmez ve bu ulvî hayatı hiçbir hayata değişmezler. Dışarıdan gören onlara acır, onlar da dışarıdakilere acır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulur:
"Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman; Hakk'ı tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.
Derler ki: Rabb'imiz! Biz iman ettik, bizi de şâhit olanlarla beraber yaz!" (Mâide: 83)
Bu ulvî hayatı yaşayanlar dünyada gönül cennetinde oldukları gibi, ahirette de Allah-u Teâlâ'nın lütfuna ihsanına mazhar olmaya en lâyık olan kimselerdir.
Süflî hayata gelince; bu hayatı yaşayanların gayesi yeme-içme, giyme-gezme, mukarenet ve buna benzer dünyevî zevklerdir. Bu hayat da kabre kadar gider, kabirden sonrasını Mevlâ bilir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler." (Furkân: 44)