Muhterem Ömer Öngüt-k.s.- EfendiHazretleri'ninHayat-ı Saadetlerinden inciler3

2.7K 1 0
                                    

Hüsamettin Erentuğ Hocamız'ın Bağlılığı
Rahmetli Hüsamettin Erentuğ, 44 yıl
boyunca Ömer Öngüt -kuddise sırruh-
Hazretleri'nin talebesi olmuşlar, bu yıllar
içerisinde birçok harikulâde hallere,
kerametlere ve tecellilere vâkıf olmuşlardı.
Efendi Hazretlerimiz'den üç ay evvel
ahirete irtihal ettiler. Bağlılığı, edebi,
çalışması ile örnek bir şahsiyetti.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh-
Hazretleri'ni her zaman ve her fırsatta
etrafına tanıtmaya çalışmışlardı. İlk
intisapları ile birlikte bazı mühim konuları,
Efendi Hazretlerimiz'in himmet ve
tasarruflarıyla ortaya çıkan ibretli olayları
hikmet tahtında arz edilecektir.
1966 yılında Düzce İmam Hatip Okulu'na
tayin olan Hüsamettin Erentuğ, bir ev
kiralayıp yerleştikten sonra dışarı çıkarlar.
Daha birkaç adım atmadan, karşıdan bir
topluluğun geldiğini görürler. Hepsi temiz
ve nezih giyimli, başları bereli bu topluluk
çok dikkatini çeker ve tam ortalarında
hepsinden daha güzel daha nurlu olan bir
kimseye âdeta gönlü akar, kendini o Zât-ı
âli'de kaybeder. Bu heybetli Zât-ı
Muhterem'in nur ve güzelliği karşısında
etkilenerek, adeta esas duruşa geçmiş bir
vaziyette bu mübarek insanı ve
etrafındakileri saygı ve muhabbetle
temaşa eder ve büyük bir hayranlıkla
arkalarından bakakalır. Kendi tabirleriyle
şöyle ifade ederlerdi; "Sanki içimi alıp
götürüyorlar. Allah'ım bu ne güzellik!"
Birkaç hafta sonra görev yaptığı okulda
bulunan Konyalı hoş sohbet bir arkadaşı
bir gün gelerek: "Abi sen bir Allah dostu
arıyorsun!" der. Gönlünde geçen
duyguların böyle dile gelmesinden çok
etkilenen Hüsamettin Efendi iki eliyle iki
bileğinden sımsıkı kavrar "Bildiğin böyle
bir kimse var mı?" diyerek arkadaşına
sarılır ve aralarında şöyle bir konuşma
geçer:
"Abi olmaz olur mu, Hazret-i Allah
dünyayı sahipsiz bırakır mı, elbetteki var,
böyle bir tanesini tanıyorum, hem de
Düzce'de bulunuyor. Hazret-i Allah
peygamber kullarını kimseye muhtaç
olmasın diye onlara birer meslek ikram
etmişti, onlar da böylece helâli yerlerdi.
Evliyâ da peygamberlere vâris olduğundan,
her bir velinin kendi helâl kazancına vesile
olacak bir mesleği bulunur. Bu zâtın da
mesleği kunduracılık, sipariş ayakkabı
yapıyor, yüzünü görünce hemen Hazret-i
Allah hatırlanıyor. İnsana, o ayakkabılara
her çaktığı çiviye sanki bir 'Bismillah'
diyor gibi geliyor. Sonra çok güzel sohbeti
var. Ziyarete gelenlere hem evinde hem de
dükkânında sohbet ediyor. Varsa rüyâlarını
sorup onunla onun ihtiyacı olacak sohbeti
yapıyor..."
Bu anlatımdan sonra: "Ne olur beni ona
götür! " diyerek biran evvel gitmeyi
arzularlar.
Nihayet bir akşam; "Abi hadi gidelim."
diyen arkadaşıyla birlikte bahçe içinde iki
katlı bir eve gelirler. Selâmlık
merdiveninden çıkıp, kapıyı çalarlar. Kapı
açılınca Hüsamettin Efendi'nin hayret ve
hayran bakışları birden bire artar. Çünkü
haftalar önce hayranı olduğu, âşığı olduğu
Zât-ı muhterem karşısındadır. Nazik ve
kibar bir dille; "İçeri buyrun efendim! Hoş
geldiniz" hitabı karşısında mübarek
ellerinden öperek içeri girerler. Arkadaşına
bir hayli iltifatlar edilir. Hüsamettin Efendi
bu iltifatlar karşısında; "Âdetâ arkadaşımı
kıskanasım geldi" demişlerdi. Daha sonra
tanışırlar ve kısa bir sohbet sonrasında
müsaade isterler.
Hüsamettin Efendi'ye o gece bir rüyâ
zuhur eder:
"Zât-ı âlîleri'nin mübarek vücutlarının
belden yukarısı görünüyor, ciltleri beyaz
pembemsi bir renkte. Belinden omuzuna,
omuzundan sol omuzlarına, oradan
mübarek beline iki santim eninde buğday
rengi kendi etinden bir yol var. Bu yol sağ
omuzda çay tabağı büyüklüğünde
genişliyor, sol omuzda da yine aynısı
oluyor. Sağ omuzunda yine kendi ciltleri
olarak açık kahverengi Selçuklu sülüsüyle
'Allah' Lâfza-i celâl'i yazıyor. Sol
omuzunda da yine aynı şekilde
'Muhammed' ism-i şerif'i yazıyor. Elimde
ufacık bir gülyağı şişesi var. Sağ elimin
işaret parmağı ile bu yola sürüyorum.
Önce Lâfza-i celâl'e, sonra iki omuz
arasına, sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın
ism-i şerif'ine. Ben yola sürerken benim
gül yağımdan arkadaşım da alıyor, amma
o sırtının ortasına sürüyor, ondan canı
yanıyor, fakat benim sürdüğüme memnun
olduklarını hissediyorum."
Sabah okula geldiğinde arkadaşı; "Abi,
Ömer Efendi'ye gidelim mi?" der.
Büyük bir sevinç ve mutluluk içerisinde
beraberce huzura çıkarlar. Efendi
Hazretleri arkadaşı ile sohbet ederler ve
Hüsamettin Efendi'nin gönlünden; "Ah,
bana da bir rüyâ sorsa!" diye geçer ve
tam bu esnada "Bir rüyânız var mı
efendim?" hitabını duyunca şaşırır ve
akşam gördüğü rüyâyı Zât-ı âlileri'ne arz
ederler. Efendi Hazretlerimiz bunun
üzerine; "Size ders vermemizi
emretmişler" buyururlar ve ayağa kalkarak
ceketinin cebinden pelür kâğıda daktilo ile
yazılmış bir ufak kâğıt alarak Hüsamettin
Efendi'ye günlük derslerini tarif eder ve bu
dersi bırakmamalarını tembih ederler.
Ziyaretler sıklaşır, sohbetlere ve derslere
iştirak ile bu mânevi yola devam ederler.
Aradan iki yıl gibi bir zaman sonra
Hüsamettin Efendi'nin eşi bir rüyâ görür.
"Rüyâsında evin salonunda
dolaşıyormuşum. O da: 'Ayıp değil mi?
Misafiri yalnız bırakıp niye dolaşıyorsun?'
diyormuş. Ben ise misafir olmadığını
söylüyormuşum. Misafir odasının kapısını
araladığında bir de ne görsün? Efendi
Hazretleri odada oturuyor. Önünde taneleri
ceviz iriliğinde büyükçe eski bir tesbih.
Diyormuş ki: 'Kızım bu tesbih Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'indi. O bunu Ebu Bekir Sıddık -
radiyallahu anh- Efendimiz'e verdi. Sonra
bir hayli isim saydıktan sonra, o da
şeyhim Halil Fevzi -kuddise sırruh-
Hazretleri'ne verdi. Bu abd-i âciz lâyık
değildik, onlar da bize verdi. Şimdi artık
bizde.' buyuruyorlar. Ne kadar açık, ne
kadar ayan bir rüyâ. Zaten mutmain olan
gönülleri, bu rüyâ karşısında daha da
perçinlenerek, Efendi Hazretleri'ne olan
muhabbet ve iştiyakları daha da artar.

Hüsamettin Efendi birkaç hatırasını da
şöyle anlatırlardı:
1967'li yıllarda olsa gerek. Efendimiz
Hazretleri bir sohbet sırasında: 'Bir insan
tıp fakültesinin bütün kitaplarını okusa,
ona bir kimse sen doktorsun diye
muayene olur mu?' buyurmuştu. Bu söz
dimağımda kalmıştı. Meğer onun yeri
varmış.
Adana'da bulunduğumuz bir sırada, Feride
isminde seksen yaşlarında, gün görmüş,
mütedeyyin bir hanımla konuşuyoruz.
"Tarikata girmek nedir?" diye sordu. Ona
dilimizin döndüğü kadar izah etmeye
çalıştım. "Peki sen ders olarak ne
yapıyorsun?" dedi. Yaptığımız evrâdı
anlattım. "Geç oğlum, ben günde şu kadar
Allah diyorum, şu kadar Lâ ilâhe illâllah
diyorum, daha neler neler diyorum." dedi.
O anda daha önce dimağıma konulan
Efendi Hazretlerimiz'in o sözü aklıma
geldi. "Hala! Siz bütün tıp kitaplarını
okusanız, birisi gelip size doktor diye
muâyene olur mu?" diye sordum. Hiç
düşünmeden: "Anladım oğlum!" dedi.
Bu hanım bir gün Gerede'ye dayısı olan
merhum Gerede müftüsü Kemaleddin
Üstün Hocaefendi'yi ziyarete gelir.
O zamanlar yüz küsur yaşlarında bulunan
dayıları ile sohbet ederlerken şöyle
mevzular geçer:
– Dayı ben niye geldim biliyor musun?
– Kızım burası senin evin, tabii ki gelirsin.
– Ben ders almak için geldim.
– Ben ders veremem ki!
– Niye veremezsin. Sen Hacı Emin
Efendi'nin oğlu değil misin? O Ümmü
Kemal Hazretleri'nin torunu değil mi?
– Kızım onların hepsi meşayıh idi, evliyâ
idi, hepsinin dersi vardı. Benim de dersim
var amma, ben ders tarif edemem.
– Peki ben şimdi ne yapacağım?
– Düzce'ye git, Hüsamettin seni Ömer
Efendi'ye götürsün, dersini ondan al.
Ve bu hanım Düzce'ye gelerek dayısının
söylediklerini Hüsamettin Efendi'ye anlatır.
Hemen Efendi Hazretleri'ne ziyarete
giderler ve huzura çıkarlar. Hanımı
tanıtırlar ve hanım Efendi Hazretlerimiz'e
şöyle söyler:
"Efendim! Yaşım hiç uygun değil, başım
hiç uygun değil. Hiç de yakışmam amma,
size evlât olmak istiyorum."
Zât-ı âlileri çok duygulanır ve Hüsamettin
Efendi'ye dönerek;
"Hüsamettin Efendi, teyzenin dersini tarif
ediverin." buyururlar.
Büyük bir huzur ve huşu içerisinde dersini
alan teyzemiz iştiyak ile dersine devam
eder.
Bir cuma sabahı işrak vaktinde vefat
etmişlerdir.
Daha sonraki günlerde Efendi
Hazretlerimiz ile o rahmetli teyzeden
mevzu geçtiğinde; "Biz ondan çok
memnunuz." buyurmuşlardı.

Efendi Hazretlerimiz'in izniyle Almanya'ya
görevli olarak giden Hüsamettin Efendi'ye
orada vazife yaptığı dönemlerde genç bir
çift yakın buldukları için özel bir
mevzularını paylaşırlar.
Delikanlı: "Hocam, eşim çocuğumuza
hamileyken kısa bir süre sonra
çocuğumuz zayi oluyor. Tıbben bir çare
bulunamadı. Ne dersiniz?" der.
Hüsamettin Efendi kendine has bir
üslupla;
"Canımsın, sahipsiz değiliz. Konuyu Efendi
Hazretlerimiz'e arz ederiz inşallah." der.
Kısa bir süre sonra Türkiye'ye izine
döndüklerinde Efendi Hazretlerimiz'e bir
ziyaretlerinde bu konuyu arz ederler.
"Efendim Almanya'da iki yavrunuz var.
Başlarında böyle bir sıkıntıları var. Ne olur
çocuğu tutasınız." dediklerinde kısa bir
suskunluk olur.
Bir kere daha söylerler ama yine bir
suskunluk vardır.
Üçüncü kez "Ne olur tutasınız Efendim!"
şeklinde arz edince "Peki Hüsamettin
Efendi" diye buyururlar.
İzin dönüşü Almanya'ya gittiklerinde bu
genç kardeşimiz büyük bir heyecan
içerisinde; "Hocam hocam müjde, çocuk
bekliyoruz hem de ikiz." der.
Dokuz ay boyunca Alman doktorları
tarafından ikiz olarak gözlenen bu
hamilelik sona erdiğinde sadece bir çocuk
dünyaya gelir, ikinci bir çocuk yoktur!
Alman doktorlar hayretler içinde kalırlar ve
bunun tıbben bir izahının olmadığını
söylerler.

Yine bir hatırasını şöyle anlatmışlardı:
Bulunduğumuz şehirde bizimle tanışmak
isteyen bir aile vardı.
Bir gün bu aileye hem tanışmak hem de
Efendi Hazretlerimiz'i anlatmak için gittik.
Çok sevimli bir erkek çocukları vardı.
Fakat çocuk âmâ idi. Çocuk seslenilen
yere yönelerek tepkisini gösteriyordu.
Bu durum bizi çok etkiledi ve derin bir
üzüntü içinde ailesine bu çocuğu
okuyacağımızı ve konuyu Efendi
Hazretleri'ne arz edeceğimizi söyleyerek
ayrıldık.
O gece oradan ayrıldıktan sonra,
yolumuzun Efendilerimiz'in ism-i
şerif'lerinin yer aldığı Silsile-i şerif ile
beraber ve Efendi Hazretlerimiz'e sürekli
bir râbıta halinde mânen huzurda durarak
hem konuyu arz ettik, hem de çocuğa
okuduk.
Kısa bir süre sonra çocuğun babası sevinç
göz yaşları ile yanımıza gelerek:
"Hocam şükürler olsun çocuğumuz
görüyor bizi ve hareketlerimizi takip
ediyor. Hocam size ne alayım ne
yapayım!" dedi.
Hüsamettin Efendi;
"Canımsın bunların bizimle alâkası yok.
Efendi Hazretlerimiz, o Ulu Sultan naz
makamıdır. Onlar isterse Hazret-i Allah
onların gönlünün muradını verir" diyerek
bu olayın Efendi Hazretlerimiz'in bir
himmeti, bir tasarrufu olduğunu söylerler.
Ve akabinde daha önceden Evliyâullah
Hazerâtından bir Zât-ı Muhtereme ait şu
sözler aklına gelerek göz yaşları içerisinde
şükür ederler:
"O'nun ihvanının elinden, İsa
Aleyhisselâm'ın mucizelerine benzeyen
kerametler husule gelir."

HATEM-ÜL VELİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin