15.12.2019
PazarMerhaba sevgilim,
Bugün sana biraz olsun dürüst davranmak istiyorum. İyi değilim.
İyi olamıyorum, beni bu kadar yalnız bıraktığın için sana çok kızıyorum. Seni affedemiyorum.
Yalan mı söylemiştin bana? O gün dizlerinin üzerinde, gözlerime umutla, ihtiyaçla, aşkla ve biraz da minnetle bakarken; bana, "Seni asla bensiz bırakmayacağımın sözünü veriyorum," derken yalan mı söylüyordun?
Beni neden sensiz bıraktın, Azer?
Dün bir şey fark ettim. Her gün tuttuğum buz gibi ellerin bir anda ısındı. Unutmuştum çünkü; yüzüğünü parmağından çıkarıp bana vermişlerdi. Söz yüzüğümüzü.
Onu parmağına takıp sadece beş dakikalığına kantine inmiştim. Geldiğimde ellerin ısınmıştı, biliyor musun? Beni mutlu etmiştin. Ama bana yaşattığın mutlulukların en küçüğüydü bu.
En büyüğünü anlatmak istiyorum.
Özür dilerim, yine kendimi tutamadan ağlamaya başladım. Dağılan mürekkepleri dert etme.
Her neyse.
Her zamanki gibi ikimizin de çalıştığı sıradan günlerden biriydi. Ben okulumu bitirdikten sonra çalışmaya başlamıştım sayende, o da senin sayendeydi. Sahip olduğum her şeye senin sayende sahip olmamış mıydım zaten? Sana bile.
Kendimi akşam üzeri eve zorla atıp biraz uzanmayı düşünürken odamızın kapısında bir poşetin asılı olduğunu görmüştüm. Bir kağıt yapıştırmıştın karton poşete.
"Bunu üzerinde görmeyi hayal ediyorum. Ama eğer beğenmezsen o üzerine çok yakıştırdığım beyaz elbiseni de giyebilirsin. Giyindikten sonra aşağıya in. Saçını başını da yap he, kebapçıya gitmiyoruz bu sefer."
Harfi harfine hatırlıyorum. Zaten saklıyorum da. Biliyorsun, seninle ilgili hiçbir detayı unutmamaya yeminim vardı.
Kırmızı, kopkoyu kırmızı bir elbise vardı poşette. Bana her zaman kırmızıyı yakıştırdığını söylerdin zaten, "Kırmızı senin, başkasında emanet duruyor," demiştin. Senin için kırmızıyı sevmiştim.
Elbiseyi çabucak giyip saçlarıma bakmıştım aynada, saçlarım uzamıştı. En azından yeni çıkan hallerine göre güzel gözüküyorlardı. Senin parmaklarının arasında daha da güzel.
Hemen taramıştım saçlarımı, bir şeyler yapacak kadar sakin hissetmiyordum. Aşağıda beni bekliyordun, seni nasıl bekletebilirdim? Elbisenin renginde bir ruj sürmüştüm dudaklarıma ama tereddüt etmiştim sürerken. Abartı olur muydu?
Sever miydin?
Sevmezsen de severmiş gibi yapardın.
Topuklu ayakkabı giyinmeyi sevmediğim için iki çiftten başka yoktu, siyah olanı giydim. Beni nereye götüreceğini bilmediğimden zorlanıyordum seçim yapmakta; acaba kırmızı ruj, topuklu ayakkabı fazla mıydı?
Çok düşünmedim. Aşağı inip binadan çıktığımda seni göremedim bir süre. Arabamız yoktu, kiralayacağını tahmin ediyordum. Etrafıma bakındığımda seni gördüm, orada tam beni ilk öptüğün yerde duruyordun. Çok güzeldin.
Evet, çok güzeldin.
Sen her zaman çok güzel bir adam olmuştun, sevgilim.
Sana doğru ilerlerken gözlerini gözlerimden ayırmıyordun, elbiseye bak, dudaklarıma bak, ayakkabılarıma bak istiyordum. Ama baktığın tek şey gözlerimdi.
Derince bir iç çektin yanına vardığımda. Gözlerine çaresiz bir bakış yerleşti.
"Seninle ne yapacağımı bilmiyorum," demiştin.
"Seninle nasıl baş edeceğimi bilmiyorum."
Gülümsemekten öteye gidemedim. Elimi kaldırıp avucumu yüzüne yerleştirdim, gözlerini kapatıp başını avucuma yasladın. Ağlamak istedim.
Seni sevmek çok güzeldi.
Beni bir tepeye getirmiştin. Buradan bütün şehir ayaklarımızın altında gibiydi. Gülümseyerek sana baktım. Beni buraya neden getirdiğini sordum.
Başınla ileriyi göstermiştin, baktığım yerde bir masa vardı. Bunu unutmamış olmana inanamayarak sana baktım. Benim söylediğim hiçbir şeyi unutmuyor muydun?
Gözlerim doldu. Beni bu kadar önemsiyor olman beni o kadar mutlu etmişti ki Azer, seni sevmekten başka elimden bir şey gelmemesi çok çaresiz hissettirmişti o an. Acaba seni, senin beni mutlu ettiğin kadar mutlu edebiliyor muydum diye düşüncelere kapılmaktan kendimi alamadım.
Seni mutlu ediyor muydum?
Uyanınca bunun cevabını vermeni istiyorum. Dürüstçe.
Elimi tutup beni masanın yanına götürdün. Telaşlı bir halin vardı, söylemek isteyip söyleyemediğin şeyler vardı sanki. Aklıma gelen şeyi mi yapacaktın gerçekten? Beni de bir telaş sarmıştı.
Sonra bir an, dizlerinin üzerine çöktün. Orada, o an ölebilirdim biliyor musun? Beni mutluluktan öldürebilirdin.
"Ben sana nasıl güzel şeyler söyleyebilirim, bilmiyorum," diye başladın. "Sana layık, sana yakışır..."
Bir elinle elimi tutarken diğer elin ceketinin iç cebindeki kadife kutuyu çıkardı. Ama açamadın tek elinle, gözyaşlarımın içine kocaman gülümsemiştim sana. Diğer elimle de ben yardım ettim.
"Sen her şeyin en güzelini hak ediyorsun, o yüzden sana layık mıyım pek bilmiyorum. Ama seni, benim kadar kimsenin böyle sevmeyeceğini, sevemeyeceğini biliyorum."
Başımı salladım hızlıca. Biliyordum.
"Ben sensiz olmak istemiyorum. Seni de asla bensiz bırakmayacağımın sözünü veriyorum. Sen de verebilir misin bunun sözünü? Benimle evlenirsen çok mutlu olurum."
Kahkaha attım telaşına ama kısa kestim, seninle alay ettiğimi düşünmeni istemiyordum. Başımı salladım, ağzımdan kısıkça bir, "Evet," çıktı.
"Ben de seninle evlenirsem çok mutlu olurum, Azer."
İşte beni o gün, o an çok mutlu etmiştin. Her zamankinden daha fazla. Hayır, nankörlük etmiyorum. Ama inkar edemem.
Şimdi elinde beni o andan daha mutlu edebileceğin bir fırsat var. Önceliğin her zaman beni mutlu etmek olmuştu senin, beni kandırmıyordun değil mi?
Uyan, sevgilim.
Uyan ve beni mutlu et. Çok mutlu et.
Bekliyorum.
Ve seviyorum. Çok seviyorum.