1/5

1K 67 12
                                    

Gözlerimin üzerindeki kumaşın gevşediğini fark ederek biraz daha sıkmış ve ellerimi bağladığı ipi kontrol etmişti. Oturduğum sandalye oldukça rahattı ve bileğime dolanmış olan ipler canımı acıtacak kadar sıkı değildi ama zorladığımdan olsa gerek, izlerini uzun bir süre taşıyacaktım. Bacaklarım serbestti ve istersem kalkabilirdim ama gözlerim kapalı olduğundan kaçmaya çalışmak bana zarar verebilirdi. En azından birisi bana yaklaşırsa kendimden uzaklaştırmak için kullanabilirdim.

Aldığım rutubet kokusu burun deliğimi sızlatıyor ve kokulara hassas bünyeme iyi gelmiyordu. Tahminimce eski ve kullanılmayan bir yerdeydik. Oldukça soğuk ve adım seslerinden başka bir sesin gelmediği bu yerin şehir dışında olduğunu bile söyleyebilirim.

Kaçırılmıştım. Yaklaşık beş veya altı saat önce staj yaptığım şirketten çıkmış evime ilerlerken bayıltılmış ve arabaya bindirilmiştim. Arabada ayılmıştım ama gözüme bağlanan kumaş yüzünden hiç bir şey görememiş, bağırıp çağırmaya ve ellerimi kullanmaya çalışmıştım ama her yerimin bağlı olması bunları etkisiz kılmıştı. Gözyaşlarıyla ağzımdaki kumaşın canımı acıttığını anlatmaya çalışmıştım ama arabadaki hiç kimse bunu umursamamış ve benim zırlamalarımı tepkisizce dinlemişlerdi.

Sonra buraya getirildim. 'Bay Kim' diye seslendikleri adam ipleri ve kumaşları bu kadar sıkı bağladıkları için adamları azarladıktan sonra yemek getirmelerini söyleyerek kovmuştu odadan. Oda diyordum çünkü kapı varsa burası herhangi bir yerin herhangi bir odası olmalıydı.

Sonra ise gelmiş ve ilk önce bacaklarımı çözmüştü. İpi fırlattığını duyarken hala göz yaşı döküyor ve sızlanıyordum. Canım yanıyordu çünkü.

"Özür dilerim, bu kadar sıkı bağlamamalıydılar seni." Diyerek ağzımdaki kumaşı da çözmüş ve beni bir nebze olsun rahatlatmıştı. Sesini olabildiğince yumuşak tutuyordu sanırım çünkü beni getiren adamlarla konuşurkenki sesiyle alakası yoktu bu ses tonunun.

Ellerini yanaklarıma getirmiş ve akan göz yaşlarımı silmişti. Sonra küçük bir öpücük koydurmuştu ve ben öyle korkuyordum ki ne tepki vereceğimi, ne söyleyeceğimi kestiremiyor ve öylece kalakalıyordum karşısında.

"Neden burdayım ben?" Diye sordum titreyen ve tahriş olmuş bir sesle. Boğazlarım yırtılacakmış gibi acıyor ve susuzluk beni mahvediyordu. "Neden getirdiniz beni? Ne istiyorsunuz benden?"

Göz yaşlarım yüzünden ıslanmış kumaş rahatsız edici bir his verirken o benim sorularımı umursamamış, cevapsız bırakmıştı.

"Birazdan yemek getirecekler, aç kalmamalısın, değil mi?" dedi neşeli bir tonda. Sonra yanaklarımda tekrar yerini alan gözyaşlarını görmüş olacak ki 'tch' diye bir ses çıkardı.

"Ama böyle ağlamak olur mu? Güzelim, sana zarar vermeyeceğim. Korkma lütfen." Ses tonu yumuşacıktı. Lakin bu beni rahatlatmıyor, aksine daha da tedirgin ediyordu. Aklından neler geçtiğini merak ediyordum.

"Neden kaçırdınız beni?" Diye tekrar sordum isyankar bir tonda. Konuşmak bana acı veriyordu lakin sormam, öğrenmem gerekiyordu.

"Hm, şu konu," demişti ki kapı çalmış ve o, kapıyı açarak dışarıdakine duyamadığım bi şeyler söylemiş, kapıyı kapatmıştı. "Bak güzelim, yemeğin gelmiş. Şimdi yemeğini ye ve sonra konuşalım, hm? Sonuçta bu uzun bir konu ve ben senin aç kalmana dayanamam."

Ses tonu kalındı, rahatlatıcıydı ama cümlenin altında yatan 'yemeğini yemezsen' imasını çokta güzel hissettiriyor ve yapmaya zorunlu kılıyordu. Tepsiyi dizlerime koymuş ve önüme oturmuştu.

stockholm syndrome . ^Taekook^Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin