Plis beğenir misin arkadaşım.
Yanlış varsa da çok görmeyin ya o kadar olsun.Bir çocuğun oyun oynarken ki masumiyeti ve heyecanı bulunuyordu içimde. Onu her
gördüğümde sanki bir önceki günden farklı bir şey varmış gibi ya da ilk defa görmüş gibi incelerdim. Ağlarsa ağlar gülerse gülerdim, ondan habersiz.Benim pamuk ipliğine bağlı hayatım küçük bir çocuğun gülüşündeydi. Çarpık dişleri ve kısılan gözleriyle tüm dünyam olabilecek kadar güçlüydü.
Bir mimiğine bağlı olan hayatım vardı, şikayet etmeksizin yaşıyordum.
Onu izlemesi zevkli ve ızdırap vericiydi. Yanında olamamak ve o gülüşünü daha yakından görememek içimi sızlatıyordu. Tam sol göğsümde sanki sıcak bir demiri soğuk bir suya soktuğunda çıkan o cızırtı benim göğsümde oluşuyordu onu her gördüğümde. Ateş böceklerinin sesleri kulağımda yankılanıyor gibiydi. Sanki... Sanki kalbim tam iki kulağımın dibinde atıyor ve cızırdıyordu.
Onu her görüşümde kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sanki yerinden çıkıp onun ayaklarına kapanacak ve diyecek ki; "Ya şimdi benimle ol ya da beni ez geç çünkü sensizlik bana ölümü getirecek."
Kalbim haklıydı. Ondan habersiz bir köşede ölümü bekliyordum. Korkak bir şekilde koskocaman bir oda içinde bir duvarın köşesine sinmiş, bacaklarımı kendime çekip kollarımı bacaklarıma sarmıştım. Kafamı aralıklarla arkamdaki duvara vuruyor ve kırmızı sıvının akmasını sağlıyorum. Belki o sıvı içinde o da çıkar gider de bu umutsuzlukla yaşamayı bırakırım diye.
Ben Kim Hanbin. Her tanrıya saygı duysam bile bir dine sahip değilim, bir dine sahip olmayı seçmedim. Fakat bir adam var... Bakışı, gülüşü, kokusu ve her şeyiyle ona tapmamı sağlayan bir adam. Bundan şikayetçi değilim, bir Tanrı ediceneksem bu pek tabi o olabilir.
Bir adama tapıyorum. Siyah saçlarına özenip boyadığım saçlarıma bakarak her iç çekişimde onu anıyorum. Ona her bakışım bir ibadet niteliğinde.
"Hey."
Gelen sesle irkildim. Biri ibadetimi yarıda kesmişti ve ben Tanrısına düşkün bir adam olarak sinirlenmiştim. Çenemin altındaki eli yüzümü sıvazlamak için kullanıp sabır dilendim. Kafamı ses yönüne çevirdim. İş arkadaşım Jaewon'du. Kaşlarımı kaldırıp ne var bakışı attım. Neyse ki anlayacak kadar akıllı bir adamdı.
"Böldüğümü biliyorum ama mola zamanı bitti."
Kafamı sallamakla yetindim. O da halimi bildiği için bir şey demeden gitmişti. Başımı tekrar cama çevirdim, boydan boya olan cam bana ikinci kattan aşağısını izleme keyfi sunuyordu.
Tek katlı kocaman müstakil bir evdi. Önceden ne için kullanıldığını bilmesem de bir ailenin oturabilmesi için oldukça büyüktü. Şu an bir kütüphane olarak kullanılıyordu. Her öğrenciye yardımcı olacak kitaplar bulunuyordu. Çoğu bir hayırsever tarafından bağışlanmıştı. Sanırım ölürken birkaç iyilik yapmak istemişti. Ufak bir bahçesi bulunuyordu. Buraya ufak yuvarlak masa koymuşlardı ve sadece iki sandalyeliydi. Gençler her ne kadar çalışmaya gelseler de mola vermek için iyi bir yerdi ve kahve servisleri de oldukça iyiydi. Beni burda sevindiren durum ise buranın çatısının tamamiyle cam olmasıydı. Belki de gün boyu oraya kapanmak zorunda kalan öğrenciler düşünülerek yapılmıştı. Burdan bakınca raflar arasında kitap arayalanlar, ikili olup fısır fısır konuşanlar, masa başında kafasını kaldırmaksızın çalışanlar ve en önemlisi O gözüküyordu.
Çok uzak bir mesafe yoktu ve sadece saçlarını izleyebilmek bile benim için yeterliydi. Bazen şanslıysam gülüşünü de görüyordum.
Diyorum ya pamuk ipliğine bağlı yaşıyordum bu hayatı. Bu pamuk ipliği O'ydu. Ya o kafasını kaldıracak beni görecekti ya da ben burdan bakarken her gün ölümü dileyecektim.