Hayat denilen yol, sadece yerdeki çilekleri ya da meyveleri toparalayarak ilerlemekten geçmez, demişti babam. Hayat sana ne kadar meyve verirse o kadar da diken verirmiş. O zamana kadar eline kılıç dahi almamış bir adamın eline kılıç vermeyi bırak, onu savaşa dahi sürükleyebilirmiş. Gece karanlığında, saçlarımı okşayarak karanlıktan korkmamam için anlatırdı hep bunları. Benim şanssızlığımın ona değeceğini bile bile her gece gelir ve ben uyuyana kadar saçlarımla oynar, annemle olan maceralarını anlatırdı.Lusnum ülkesinin çocuklarında genel olarak uykudan evvel soğuk dahi olsa süt içme alışkanlığı vardı. Çocuklar genel olarak karanlıktan kormaz, hatta ve hatta karanlığı severmiş, onları gizleyebiliyor; içinde bulunarak diğer kötülüklere karşı bir kalkan oluşturabiliyorlar diye. Bu bende doğdum doğalı bulunmayan bir özellikti. Annem ilk zamanlarda bunun nedenini şekerden oluşan bir elimin olmamasına -diğerlerinden farklı olmama- yorsa da babam bunun hakkında benim onlardan çok daha iyi bir savaşçı olabileceğimi söylerdi. Bunun için karanlıktan korkuyormuşum. Yani benliğimi gizlemekten, kötü de olsa insanlara karşı güçlü benliğimi gizlemekten korkuyormuşum.
Öte yandan aslında akşamları yanımda bulunmasının sebebi de buymuş, karanlığa benliğimi gizlemeyeceğini öğretmek için. Bu yüzden bana binlerce hikaye anlatır, binlerce masalda kendimi bulmama izin verirdi. Ama sonra ise mutlaka şunu eklerdi, mutlu son olsa dahi dikenler her daim orada bulunacak. Bu bir kuralmış. Her hayatta, her nefes alış-verişlerde illa ki bir diken batacakmış. Boşuna sunmuyor ya hayat meyvelerini. İyiliği ve kötülüğü dengelemek adına bu şekil hareketlerde bulunması gerekiyormuş, hayat da buna zorunda bırakılmış bir nevi.
O zamana kadar meyve görmemiş ellerimi, dudaklarımı ve kalbimi ona göstermiştim bir gece. Önce kahkaha atmış sonra ise ciddileşerek, sen en güzel meyveye sahip olacaksın, demişti. Böyle hissediyordu, çünkü babalar çocukları için arada böyle şeyleri hissedebilirmiş. Dediğini de devam ettirirdi, meyven o kadar güzel olacak ki tüm insanlar dikenlere koşacak, diye. Çok bir şey anlayamasam da sadece gülümsemekle yetinir ve o günü beklemekle çürütürdüm düşüncelerimi. Babam ise her gece yanımda olduğu için bana asla belirtmeyerek binlerce olumsuzlukla başa çıkmaya çalışırdı.
Sanırım kimse beni onun kadar sevemeyecek, onun kadar değer veremeyecekti. Bunu askeri eğitimlerimi herkesten uzakta yaparken en çok farketmiştim. Ne kadar da acıydı yalnız kalmak! Bu o insanın bedenine her türlü zararı verebilirdi aynı zamanda. Ne de olsa bazı hastalıkların yolu ufak travmalardan geçiyordu.
"Bizi bulsun artık. Bulsun da yesin ve kurtuluşa erelim." Dedim derin bir nefes vererek. Kaçan kaçmış, ancak birkaç asker kendisini Spulvinia kralından kurtaramamıştı. Aslında Spulvinia çok ufak bir kasaba gibiydi, hatta genelde ülke olarak bile sayılmazdı. Lusnum ülkesinin sınırlarında kalan ufak bir alandı. Topakları pek verimli olmadığından kimse burada kalmayı istememişti. Spulvinia hakkında duyduğum en sarsıcı olay ise sadece bu ülkenin -normalde ülke yerine bir kasaba olarak seslenmekte fazla sakınca yok ama saygılı bir insan olduğumdan böyle seslenmeyi seçtim- kralının böyle sinirli bir ifadeyle gelenleri kovduğuydu.
"Ah, şunu kes lütfen. Fazla meşgul bir adamım ben ve seni hiç dinleyemem. Hem daha kocana gitmemiz gerekiyor."
"Ne kocasından bahsediyorsun?" Ellerimi yumruk yaptım. "Yahu adam dondurma tanrısı, bak tekrar ediyorum dondurma tanrısı! Ben ise tanrı olmayan, elleri -bir tanesi yok biliyorum- ayakları olan klasik bir insanım. İnsan gibi kokuyor, insan gibi yaşıyorum. Artık lütfen saçmalamayı kes, yoksa Spulvinia kralının önüne atarım seni, çatur çutur biz güzel yer!"
"Amanın!" Diye sessiz çığlık attı Ray, kalp kusan gözlerle bana bakarken. "Bahsederken bile gözlerinde aşkı görüyorum. Biliyorum Kyungsoo ona olan bağın o kadar kuvvetli ki sen ne kadar saklarsan sakla, ben daima sizi hissedeceğim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
erirken anca öper seni // kaisoo
FanfictionDondurma erimeden, kurtar onu kola askeri! -kola askeri, çilek prensesi, dondurma tanrısı!