#

18 2 0
                                    

...

     Büyüklerin; benim gibi devamlı olarak yaramazlık yapan çocuklar için "ben senin yaşındayken" diye başlayan ve nedense bana hiç inandırıcı gelmeyen hikâyeleri vardır.

     Hikâyelerini anlatmayı ve sonrasındaki azarlarını bitirdiklerinde; sanki dünyayı birbirine karıştırmış kadar, büyük bir hata yaptığımı düşünmemi bekliyormuşçasına bakış atarlar...

     Bu bakışlar, hafta boyunca yaklaşık dört kez üzerimdeydi ve ne yazık ki dört kez de mükemmel çocukluk hikâyelerini dinlemek zorunda kaldım.

     Aslında yaramaz bir çocuk değilim. Sadece her şey bana komik geliyor ve kendimi daha fazla güldürmek için birkaç olay çıkarıyorum. Derste arkadaşlarıma kağıttan top yapıp fırlatmak, diğer kızların özenle örülmüş saçlarını birbirine bağlamak bence çok komik...

     Ama nedense artık, okulda eskisi kadar eğlenemiyorum. Beni gören herkes, anlamsızca koşup uzaklaşıyor. "Cansu; ben, seni akıllandıracağım. Bu yaramazlık huyun bitecek, senden vazgeçmeyeceğim" diye uzun uzun söylenen öğretmenim ise sanırım artık vazgeçti. Ya da beni tek başıma, en köşede oturtarak farklı bir şey deniyor.

     Bu aralar evde de durumlar çok farklı diyemem. Biraz mantıklı davranmam gerektiğini söyleyen babama, yüksek sesle "mantıklı olamam, ben daha dokuz yaşındayım" dediğim ve annemle, abimin de buna yakından şahit olmalarından dolayı ne yazık ki hepsiyle aramızda soğuk rüzgârlar esiyor.

     Bugün sabah ise nihayet, evdeki gerginliği bitirmenin bir yolunu bulduğumu düşündüm.

     Abimin doğum günüydü ve ondan gizli birkaç hazırlığın anne ve babam tarafından yapıldığını gördüm. Hediyeler çoktan alınmış, dün akşam ise telefondan pasta siparişi verilmişti. Ne yapabilirim diye düşünürken, salonda parti için hiçbir süsün asılmadığını fark ettim. Bu tam da aradığım bir fırsattı. Belki süsleri her yere asar, salonu partiye hazır hale getirirsem; kendimi affettirebilirdim. Aslında affedilmesi gereken şeyler yaptığımı da düşünmüyorum ama büyükleri biraz yumuşatmak, sıradaki yaramazlıklarıma daha az tepki göstermelerini sağlayabilir.

     Onca süsü asmak, tek başıma pek mümkün görünmüyordu ve ben de gidip, mahalledeki tüm çocukları eve topladım. Anne ve babam işlerinden dönene kadar vaktimiz vardı. Hafta sonu olmasına rağmen, abimin ek ders aldığı kurstan akşam döneceğini de hesaba katınca; etrafımdaki çocuklara aldırmadan, "sen bu işi kesinlikle yaparsın Cansu" diye bağırdım.

     Aslında başlarda her şey güzel gidiyordu. Hep birlikte balonları şişirdik, birkaç süslemeyi kapılara yapıştırdık, masayı ve tabakları hazır hale getirdik. Ama sonra bir şey oldu. Sanırım yanlışlıkla bir balon patladı ve nedense hepimiz, aklımızı kaybetmiş gibi hoplayıp, zıplamaya başladık. Birbirimize yastıklar fırlatıyor, halının üzerinde yuvarlanıyor, kırılan eşyalara aldırmıyorduk. O arada birkaç çocuğun, görünmeden evlerine gidip su tabancalarını getirmesi ve herkesi, daha doğrusu bütün salonu su içinde bırakmaları ile birlikte, içinden çıkılmaz bir duruma düşmüştük...

     Ne yazık ki bu eğlencemiz, kapı zilinin çalması ile yarıda kesildi. Saate baktım, zaman nasıl da böyle çabuk geçmişti? Kapıda kim varsa; burada yaşananları gördüğü zaman nasıl bir tepki vereceğini, ben dâhil salondaki tüm çocukların bildiğini düşünüyordum. Bu yüzden kapıyı açmamla birlikte hepsi arkamdan gelip, üzerimden atlayarak ve hatta beni ezerek dışarıya fırladı. Annem ve babam öfkeli bir şekilde karşımda duruyordu. Ben ise ayak uçlarındaki muhtemelen pastanın bulunduğu, kocaman bir kutunun üzerine düşmüştüm.

     Sevimli görünmeye çalışmıştım ama hemen arkamdaki salonda olan savaş manzarasını izlerken, benim bu hâlime tabii ki üzülmeyeceklerdi.

     Abimin geleceği saate kadar ortalığı biraz olsun toparlasak da ne yazık ki eve geldiği zaman ezilmiş bir pastanın mumlarına üflemek ve tamir edilmesi gereken hediyelerin olduğu paketleri açmak zorunda kalmıştı.

     Yani anlayacağınız; tüm bu yaramazlıklarımın üzerine bir de abimin doğum günü partisini mahvetmem, pastanın üzerine düşmem de eklenince; kendimi çatı katını temizleme görevi ile baş başa buldum. Aslında pastanın üzerine düşmek gibi bir niyetim yoktu. Tüm çocukların üzerime yüklenmesiyle birlikte, ben de o an kanatlarım olduğunu hayal ediyordum, hepsi bu...

     Ama yalan söyleyemem. Bu, benim hayatımda en eğlendiğim günlerden biriydi. Cezasını çekmeye razıydım ki şuan yaptığım da tam olarak buydu; tavan arasını temizlemek...

     Nefes almakta zorlandığım, tozlu ve karanlık bir yerdeydim. Aslında küçük bir lamba vardı ama o da ancak kendisini aydınlatabiliyordu. Bu yüzden ortalığın daha fazla korkutucu olmasına izin vermeden, tozlu pencereyi açmak için yürüdüm. Ama az ileride, önümde duran bir örtünün altından ışık sızdığını fark ettim. Bu ne olabilirdi ki?

     Kendime "cesur ol Cansu, korkma" diyerek ışığa doğru yürüdüm, örtünün bir ucundan tuttum ve yavaşça asılıp altındaki eşyanın ortaya çıkmasını sağladım.

     Gözlerime inanamıyordum. Karşımda ışıl ışıl parlayan bir tablo duruyordu. Öyle ki ışığından, tavan arası tamamen aydınlanmış gibiydi.

     Birden, bir gariplik olduğunu düşünerek tabloya daha dikkatli bakmaya başladım. Resimde ön tarafta, ormanlık bir alan ve ormanın sonunda da dev bir şelale vardı. Fakat şelaleye iyice dikkat ettiğimde, oradaki suların gerçekten akıyor olduğunu ve ormana baktığımda ağaçların hafifçe, sanki rüzgar esiyormuş gibi sallandıklarını gördüm.

     İşte ne olduysa tam bu sırada oldu ve geri geri gidip tablodan uzaklaşmaya çalışırken, ayağımın bir yere takılmasıyla paldır küldür yuvarlandım. Neyse ki yaralanmadan, hemen kenarda duran masanın ayağına çarparak durabildim. Tabii masanın üzerinde ne varsa, hepsi birden gürültüyle yere düştü. Bu sırada top haline getirilmiş bir yumak ip de yuvarlanarak tabloya doğru gitti ve birden sanki içine girip, gözden kayboldu.

     Gözlerime inanamadım. Uzun uzun tabloyu seyretmeye dalmış, olan bitene anlam vermeye çalışırken aşağıdan annemin "Cansu, iyi misin?" diye seslendiğini duydum. Sesimin korkmuş gibi çıkmaması için sakin olmaya çalıştım ve "iyiyim anne, merak etme sadece ayağım takıldı" dedim. Sonra onun da karşılık olarak "tamam, biraz dikkatli ol" demesiyle artık, tavan arasına beni kontrol etmeye gelmeyeceğine kesinlikle emin oldum.

     Yerden kalkıp merakla tabloya doğru yürümemle, yerde duran ipin ucunu fark etmem bir oldu. Eğer ip, tablonun içine girebiliyorsa; ben de girebilirdim. Hem şöyle bir bakınca; belki de yalnızca bana ait ormanlarla, şelalelerle, tertemiz havayla dolu gizli bir yerim olabilirdi. Yaramazlık yaptığım zaman, kaçıp buraya saklanabilirdim. Hayali bile çok güzeldi ama şimdi bir şeyi daha merak ediyordum ve hiç düşünmeden kolumu tabloya uzattım. Sanki bir aynanın içine girmeye çalışmak gibiydi ve tablo resmen beni, içine doğru çekiyordu. Birden korkup geri çekildim.

     Nedense birden annemi, babamı, abimi düşündüm. Hatta öğretmenim ve arkadaşlarım da gözümün önüne geldi. Herkes benden korkup kaçıyor, bazıları ise nefret ediyordu. Belki bu yerde eğlenir, oradan oraya koşturursam; diğerleriyle uğraşmak için gücüm kalmazdı ve ailem de benim artık sakin bir çocuk olduğumu düşünürdü. "Hem niye veda eder gibi konuşuyorum ki?" dedim, kendi kendime...

     Sonuçta birkaç saatliğine ortadan kaybolmayı planlıyordum. Bu sürede de zaten kimse çatı katına gelmezdi ve ben de sıkıcı temizlikten kurtulurdum.

     Hiç düşünmeden; yerdeki tabloya doğru giden ipi alıp, köşedeki masanın ayağına sıkıca bağladım. Eğer gittiğim yeri beğenmezsem veya beğenir, güzel vakit geçirir sonunda dönmek istersem; bu ipe tutunup gelecektim.

     Sakin adımlarla ve biraz da korkarak, tabloya doğru yürüdüm. İçeriye adımımı atmamla birlikte aniden tablonun içine çekildim. Hiçbir şey göremediğim zifiri bir karanlıkta, sanki kaydırak üzerindeymişim gibi süratle aşağıya doğru kayıyor ve bu sırada da avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

     Nihayet aşağıda çıkış yolundan sızan ışığı görmemle sakinleştim ama bir türlü yavaşlayamıyordum. Sonunda da ellerimi yüzüme kapattım ve birden fırlayarak yumuşak bir şeyin üzerine düştüm.

     Gözlerimi kısarak açtığımda güneşi tam tepemde, ağaç dallarının arasından görebiliyordum. Üzerine düştüğüm şey ise dağ haline gelmiş, normalden daha büyük ve yumuşak ağaç yapraklarıydı. Tüm bunlar bir rüya olabilir miydi?

     Üzerimi çırparak ayağa kalktım. Yoksa evimizde; benim bilmediğim bir arka bahçe vardı da bu, oraya bir gizli geçit miydi? Hayır böyle olamazdı çünkü yanında durduğum ağaçlar dev gibiydi ve sanki sonsuz bir ormanın içinde gibiydim.

     İyi ama neden hâlâ korkuyordum ki? Tam da istediğim gibi, kendime ait bir yere kavuşmamış mıydım?

     Dikkatli ve sakin adımlarla yürümeye başladım. Tabloya göre ormanın sonunda bir şelale olmalıydı. "Hem belki orada başka çocuklar da vardır" diye içimden düşündüm. Aslında bu kocaman ağaçlar bana, ailemle gittiğimiz piknik yerlerini hatırlattı. Neden piknik yerlerinden başka yerlerde, daha az ağaç var ki? Keşke her yer böyle yemyeşil olsaydı...

     Birden duyduğum çıtırtı sesiyle karşımdaki ilk ağacın yanına saklandım. Ne yazık ki biraz sonra da o çıtırtı sesini çıkaranı görmek zorunda kaldım. Bu kocaman, büsbüyük, dev gibi bir karıncaydı. Çok korkuyordum ama yine de merakıma engel olamıyordum. Daha iyi görebilmek için ağacın yanından biraz daha eğileyim derken, ayağımın altında kalan çalı çırpıdan bir ses çıkardım. Tabii o dev karınca, aniden antenlerini bana doğru çevirdi. Göz göze gelmemizle, benim çığlık çığlığa koşmam bir oldu.

     O kadar hızlı koşmama rağmen, karınca benden daha hızlıydı ve neredeyse beni yakalamak üzereydi. İşte tam bu sırada ayağımın boşluğa geldiğini hissettim, dengemi kaybedip yokuş aşağı yuvarlanmaya başladım. Canım yanmıyordu, üstelik bu şekilde karıncadan daha fazla uzaklaşmıştım.

     Yuvarlanmam bittiğinde, ormanın sonuna gelmiştim. Etrafta hiç ağaç kalmamıştı ve sanki orman, beni dışarıya atmıştı. Bu arada şelalenin de tam karşımda olduğunu görmek güzeldi. Ayrıca şelale ile ormanın tam ortasında kalacak şekilde, dalları âdeta gökyüzünde kaybolan dev bir ağaç vardı.

     Yine ayağa kalkıp üzerimi çırptım. Sanırım burada yuvarlanıp durmaya alışmam gerekiyordu. Kolumdaki birkaç çizik dışında da yaralanmamıştım.

"Sen nesin böyle?" dedi, bir ses...

     Birden korkuyla etrafıma bakındım. "Ağaç" dedim. "Sen mi konuşuyorsun?"

"Hayır" dedi, az önceki ses... "Bilge Ağaç da konuşabilir ama şuan dinleniyor."

"Seni göremiyorum" dedim, ısrarcı bir ses tonuyla... "Neredesin?"

"Yukarı bak, buradayım" demesiyle, kafamı kaldırdım ve kaçamayacağımı düşünerek, korkuyla yere çömeldim.

"Bu yaptığın nedir?" dedi. Bir an bana güldüğünü düşündüm.

"S-sen bir arısın ve konuşabiliyorsun"

"Ve sen de bir..."

"Çocuğum" dedim, lafını keserek...

"Çocuk mu?" dedi. "Buralarda ismi çocuk olan birine hiç rastlamamıştım. Tanıştığıma memnun oldum."

     Dost canlısı göründüğünden ve sakin sesinden dolayı bana zarar vermek istemediğini düşündüm. "Ben de memnun oldum" dedim.

"Az önce yokuştan yuvarlandığını gördüm, neyden kaçıyordun?"

"Dev bir karıncadan" dedim. Ama bu arının da o karıncaya göre boy farkı, pek yoktu. Buradaki canlılar neden böyle kocamandı?

"Hadi ya" dedi. "Onlar biraz vahşidir, genelde anlaşamayız. Hatta liderlerimiz birbirlerine küs oldukları için, ormana girmemiz yasak ve tabii onların da bizim çiçek bahçemize..."

     Çiçek bahçesi de neresiydi? Şelalenin etrafı tamamen bomboş ve kurak topraklar gibi duruyordu. Çiçek bahçesi olabilecek herhangi bir yer göremiyordum.

"Af edersiniz" dedim. "Bahçe nerede? Ve siz nerede yaşıyorsunuz?"

"Bizler Bilge Ağaç'ın üzerinde yaşıyoruz" dedi. Bulutların arasında, bir kovan sarayımız var ancak sayımız, gün geçtikçe azalıyor. Bahçemiz ise ne yazık ki yıllar içinde yok oldu. Şu gördüğün şelalenin her iki yanı da çiçeklerle doluydu ve her birimiz, o bahçede çalışıyorduk. Ancak bu yıl hiç çiçek açmadı. Liderimiz ise bunun, toprak altında çalışan karıncalar yüzünden olduğunu söylüyor."

"Anladım" dedim. "Keşke sizin için yapabileceğim bir şey olsaydı."

"Belki de vardır. Kim bilir?" dedi. "Sen çocuk değil misin? Bütün çocuklar nerede yaşar? Eğer hepsine bize yardım etmeleri için haber verirsen, belki de bahçemizi yeniden canlandırabiliriz."

"Evet, bu güzel bir fikir ama nasıl geriye döneceğimi bilmiyorum."

"Bilge Ağaç her şeyi bilir" dedi. "Git de ona sor..."

     Şöyle bir bakınca, dalları gökyüzüne uzanan ve dev gibi duran bir ağaçla konuşmak çok saçma geliyordu. Üstelik az önceki arı, onun dinlendiğini söylemişti. Eğer rahatsız edecek olursam belki de sinirlenecek ve beni dev dalları ile uzaklara fırlatacaktı.

     Korkarak da olsa yanına yaklaştım. Sonuçta nasıl geriye döneceğimi hâlen bulamamıştım ve eğer geç kalırsam, yine hangi yaramazlık peşinde olduğumu merak edip, beni aramaya gelebilirlerdi. Gizli yerimi kimsenin bulmasına izin veremezdim.

     Ben, tüm bunları düşünürken; birden ağaç âdeta esniyormuş gibi dallarını oradan oraya hareket ettirdi. Acaba bir yüzü var mı diye, etrafını dolaştım ama o kadar geniş bir gövdesi vardı ki bulunduğum yere tekrar geri dönmek, oldukça uzun sürdü.

     Nihayet korkumu yenip; "af edersiniz" dedim. "Siz Bilge Ağaç mısınız?"

     Hiçbir tepki, hiçbir kıpırdanma ve hiç ses yoktu. Bir süre böyle bekledim ve sonunda pes edip, arkamı dönmüş gidecekken kalın bir ses tonu; "dur bakalım" dedi. "İstediğin bir şey olmadığında, daima arkanı dönüp gider misin?"

     Ne söyleyeceğimi bilemedim. Dev bir arıdan sonra şimdi de dev bir ağaç ile konuşacaktım.

"İstediğim şeyin ne olduğunu biliyor musun?" dedim.

"Elbette" dedi ağaç, gürleyerek... "Senden önce gelen çocuğun istediği şeyi isteyeceksin. Buradan nasıl gidileceğini öğrenmek..."

     Çok şaşırmıştım. Buraya benden önce gelenler de mi vardı?

"Pekâlâ" dedim. "Buradan nasıl gidebilirim?"

"Gidemezsin" dedi, ukalâca... "Eğer sevginin iyileştirici gücünü göremezsen..."

     Bilmece gibi konuşup, duruyordu. Zaten benim, geldiğim yoldan dönmek için kimseye ihtiyacım yoktu. Bir geçitin içinden aşağıya kayarak inmiştim. Ormandan geçip, orayı tekrar bulmalı ve içinden yukarıya doğru tırmanmalıydım. İyi ama nasıl bulacaktım? Tabii ya, ip yumağı!

     Hiçbir şey söylemeden koşarak ormana girdim. Kalın ve gökyüzüne uzanan ağaçların arasından geçmeye, bazen takılıp düşecek gibi olsam da hemen dengemi sağlayıp ilerlemeye devam ettim. Sonunda kendimi bir mağaranın önünde buldum.

     Geçit burası olabilir miydi? Bütün ağaçlar birbirinin aynısı gibiydi ve sanırım kaybolmuştum. İşte tam bu sırada mağaranın içinden korkutucu gürültüler gelmeye başladı ve ben de kendimi korumak için hemen bir ağacın arkasına geçtim.

     Birkaç dev karıncanın dışarıya çıktığını ve hızlıca farklı yönlere gitmelerini izledim. Daha ne olduğunu anlayamadan, bir şey beni kıyafetimden yakalayıp havaya doğru kaldırdı.

"Benimle geliyorsun" dedi, gür sesiyle ve koştuğunu fark ettirecek kadar güçlü bir sarsıntıyla beni havada, mağaraya doğru götürdü.

     Mağaranın içi o kadar çok karanlıktı ki sarsıntıdan başka hiçbir şeyi fark edemiyordum. Nihayet bir yerden sonra durduk ve beni yere bıraktı.

     Uzun bir sessizliğin sonunda gür bir ses; "burada ne arıyorsun?" dedi.

     Hâlen karanlıkta olduğumuz için benimle kimin veya neyin konuştuğunu bilmiyordum.

"Sen bir karınca mısın?" dedim.

"Karınca kralıyım" dedi, yine sesine korkutucu bir hava katarak...

"Sen kimsin?"

"Memnun oldum" dedim. "Ben de bir çocuğum."

"Kokun, buraya daha önce gelene benzemiyor. Neden buradasın?"

     Şaşırmıştım. Yine, buraya daha önce gelen birinden bahsediliyordu. Karanlıktan güç alarak lafı dolandırmadım ve "yer altındaki çalışmanız, arıların çiçeklerine zarar vermiş" dedim.

"Ne? Seni onlar mı gönderdi?" demesiyle adeta yer sallandı.

"Hayır, aslında yalnızca dönüş yolunu arıyordum. Ama madem beni buraya getirdiniz, aranızdaki saçma küslüğe son vermenizi de söyleme hakkına sahibim diye düşünüyorum."

"Arılarla aramızdakiler seni hiç ilgilendirmez çocuk" dedi. "Onlar da bizim tohumlarımızı elimizden alıyorlar..."

"Elbette ilgilendirir" dedim. "Bizim dünyamızda karıncaları, arıları ve diğer canlıları asla incitmeyiz. Bize okullarımızda böyle öğretilir çünkü her biri, dünyamız için gereklidir. Her canlının bir görevi vardır."

"Öyleyse neden buradasın? Görevini yerine getirmekten mi kaçtın?" dedi, karınca kralı...

"Sanırım öyle" dedim. "Beni seven insanları daima üzüyorum. Oysa ben de onları çok seviyorum ve hiç kimseye zarar vermek istemiyorum. Bu yüzden döndüğümde; hepsine sıkı sıkı sarılacağım."

     Bu sözlerimin ardından yine bir sessizlik oluşmuştu ama karınca kralın bana doğru yaklaştığını hissettim.

"Sarılmak da ne demek?" dedi.

"Sevgimizi gösterme biçimlerinden biridir" dedim. "Sizler birbirinize küs kalarak, birbirinize zarar vererek yaşamaya çalışıyorsunuz. Oysa birbirinize olan sevginizi, birbirinizi üzmeden de gösterebilirsiniz. Onların çiçeklerini yok etmek yerine, yardım edip birlikte daha mutlu yaşayabilirsiniz. Sizin tohumlara, onların ise çiçeklere ihtiyacı var. Yok olmalarına izin veremezsiniz."

"Çocuk" dedi, karınca kralı... "Senin dünyanda bilginlere, çocuk deniyor olmalı..."

     Sonra beni bir hamlede tutup sırtına bindirdi ve titreyen antenleriyle de diğer karıncalara bir şeyler söylediğini fark ettim. Ardından da karanlığın içinden, hızla dışarıya çıktık.

     Dışarıda bizi inanılmaz bir karınca kalabalığı bekliyordu. Bunca dev karıncanın, bu kadar küçük bir ormanda nasıl yaşadığına hayret ettim. Hepsinin sırtında çiçek tohumu vardı. Karınca kralı, antenleri ile her birini yönetiyordu ve böylece arıların yaşadığı yere; Bilge Ağaç'a doğru hep birlikte ilerledik...

• • •

     Arılar; bizim gelişimizi pek hoş karşılamadılar, hatta neredeyse savaşacaklardı ama Bilge Ağaç durumu anladı ve yapraklarından, hepsini uykuya daldıracak bir toz bıraktı. Böylece ben karınca kralının sırtında gülümserken; diğer karıncalar da toprağa tohumları ektiler ve sonrasında da el birliği ile şelaleden taşıdıkları su ile toprağı suladılar...

     Tüm bu olanların sonunda; karıncalar sessizce yuvalarına geri döndüler ve Bilge Ağaç; gövdesinde bir kapı açarak, eve oradan dönebileceğimi söyledi. Burada ilk kez karşılaştığım arı ile de o, uyanınca vedalaştım. Karıncalarla artık küs olmamalarını tembihleyip, kapıdan geçtim.

     Sakince yürümüş olmama rağmen, geçişim o kadar hızlı oldu ki tablodan geri çıktığımda sanırım kafamı masaya çarptım ve yaşadıklarımın yorgunluğuyla da birkaç saat öylece uyudum.

     Uyandığım zaman ise çatı katını bir güzel temizleyip, tabloyu sakladım. Artık yapmam gereken şey belliydi; sevdiklerime, sevgimi korkmadan ve onları üzmeden, canlarını yakmadan göstermek...

Sonunda Hep, Sevgi KazanırHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin