Jimin.
O an aklımdan tek geçen oydu. Beni kolumdan sürükleyen adamı istemiyordum. Gitmek istemiyordum. Sadece Jimin'i istiyordum. Buna rağmen bedenim hiçbir itiraz belirtisi göstermiyordu. Yanımda çırpınıp bağıran, onu tutan ellerden kurtulmaya çalışan çocuğa baktım. O yapabiliyordu. Ben neden yapamıyordum? Neden bu kadar acizdim? Eskiden böyle değildim, ne olmuştu da bu hale gelmiştim? Babamın beni sattığı gün ile Jimin'in beni aldığı gün arasında geçen zamanı düşündüğümde, yıllar değil de sanki günler geçmiş gibiydi. Belki de hepsinin birbirini tekerrür etmesiydi sebep. Nasıl bu hale geldiğimi bu yüzden hatırlayamıyordum.
Çocuğun bilinci başına aldığı darbe ile kapanırken bedeni zemine yığıldı. Yere düşmeden önce onu tutmak için uzansam da kolumu tutan iri adamın beni çekiştirmesi bana engel olmuştu. Odadan dışarı sürüklenirken gözlerimi ondan alamıyordum.
Koridora çıktığımızda gözüm tavandan sarkan minik ipe takıldı bu kez. Jimin'le geçirdiğimiz gece geldi aklıma. İlk kez birinin yanında uykuya dalmıştı bedenim. Uyandığımda korksam da bana yine gülümseyerek bakan ifadesi beni rahatlatmaya yetmişti. Yaptığı her şey benim için çok yeniydi. Günaydın demesi, teşekkür etmesi, izin isteyip bir şeyler hakkında fikrimi sorması. Ufacık bir hareketi bile beni şaşırtıyordu. Bana annemden sonra hayatımda tek iyi davranan insan oydu ve bana unuttuğumun bile farkında olmadığım duyguları hatırlatıyordu.
Dışarı çıkıp bir arabaya bindirildiğimde yüzündeki yaralara ve rağmen tanıyabilmiştim onu. Zaten her gece rüyalarımda bana işkence eden o yüzü unutmam nasıl mümkün olabilirdi? Aslında son zamanlarda onun yerini Jimin almıştı. O varken daha huzurluydum. Rüyalarımda bile hep gülümsüyordu. Yine de hala çoğunluktaydı o adamdan kaçamadığım geceler. Ve işte yine gelmişti. Yıllar önce, "Üzülme. Bu son görüşmemiz olmayacak," demişti. "Sen, beni asla unutamayacaksın. Ne zaman gözlerini kapatsan beni göreceksin." Ona inanmıştım. Ama artık biliyordum yalan söylediğini çünkü gözlerimi kapattığımda onu değil Jimin'i görüyordum.
Arabacının atları kırbaçlamasıyla araba öne doğru atılıp sendeleyerek ilerlemeye başladı. Arabada sadece o adam ve ben vardık. Ve o anda artık biliyordum. Hayatımın kaldığı yerden devam ettiğini. Tek parmağını havaya kaldırıp gelmemi işaret etti. İtiraz etmeden kalkıp kucağında benim için açtığı yere oturdum. "Kilo almışsın." Ellerini boynumda, eskiden zincir olan yere gezdirdi.
"Zinciri çıkarmak da güzel fikirmiş. Bana bir sürü çalışma alanı açıldı desene." Gülümsediğinde bakışlarımı kaçırdım. Boynumdaki eli ani bir hareketle boğazımı sıkmaya başladığında vücudum oksijen açlığı ile kaskatı kesildi. Gözlerim dolarken ellerimi bileğine sarıp boynumu kurtarmaya çalıştım. Hırlayarak elini boğazımdan çekip kalçalarıma koydu ve beni kendine bastırdı. Diğer eli ensemdeki saçları kavrayıp geriye çekerken ağzımdan acı dolu bir inleme kaçtı. "Ama sen böyle yaparsan ben eve kadar dayanamam." Dişlerini boynumda hissettiğimde bu kez ses çıkarmamayı başarmıştım.
Yolculuk boyunca işkencesine devam etti. Araba durduğunda ağlamam şiddetlenmişti. Yüzüme yediğim tokat kendime gelmemi sağlarken kucağından indim. Ağlamamalıydım çünkü ağladığımda sinirleniyordu ve normalde yaptığından çok daha kötü şeyler yapıyordu.
Arabadan inip büyük evin bahçesinden yürüyüp kapıya vardık. İki adam kapıyı açtığında içeri girdik. Montunu çıkartıp bir kenara attıktan sonra beni bileğimden tutup merdivenlere sürükledi. Odalardan birinin kapısını açtığında hızlıca içeri girdik. Kapıyı arkamızdan kapattıktan sonra yerle buluşan bu kez kazağı olmuştu.
"Soyun."
***
Vücudum eskiden aşina olduğu soğuk zeminle buluşmuştu. Jimin'in onun gibi kokan yatağına alışmış bedenim eskisi gibi rahatlamış hissetmiyordu yerde. Acı, hissettiğim şeyi anlatmak için yetersiz kalırdı. Üşüyordum ve titremem vücudumdaki yaraları daha da sızlatıyordu. Jimin haklıydı, ona yalan söylemiştim. En ufacık bir acıyı bile ruhuma kadar hissediyordum. Sadece güçlü gibi davranmalıydım çünkü biliyordum ki güçlü olmanın tek yolu öyle gibi davranmaktı. Ama gel gör ki hala zayıftım. Ufacık bir seste irkilen, bileği burkulsa ağlayan, kendini korumaktan aciz aptalın tekiydim.
Ancak tek yalan söyleyen ben değildim.
"Sana zarar vermem. Ne olursa olsun, ne yapmış olursan ol, sana asla ama asla zarar vermem. Başkasının vermesine de izin vermem."
İşte, zarar görüyordum. Peki şimdi neredeydi? Ona güvenmem hataydı. Hayatımda iyi bir şeyler olacağını düşünmem de hataydı. Ona değil, kendime kızmalıydım. Kendi gardımı kendim düşürmüştüm. Beni ısıtmasına, gülümsemesinin beni rahatlatmasına, elimi tutmasına izin vermiştim. Bir daha incinmeyeceğime inanmıştım. Ve inanır inanmaz yine incinmiştim.
Karanlık odanın kapısı açıldığında titredim. Başımı kollarımın arasından çıkartıp kapıya baktım. İri yarı bir adam bana bakıyordu. Ardından bir kadın geldi ve önüme tepsiyle bir kase çorba bırakıp gitti. Adam da ışığı yaktıktan sonra çıkmıştı. Midem isyan edercesine guruldarken çorbayı kaşık kullanma gereği duymadan kaseden tek seferde bitirdim. Kaseyi yerine bırakıp elimin tersi ile ağzımı sildim. Kaç saattir açtım bilmiyordum ancak adım kadar emindim ki o adam tekrar zayıflamam için bana normalde yaptığından da az yemek verecekti.
Günler geçiyor, bedenim de her geçen gün daha da zayıflıyordu. Başım dönüyor, midem bulanıyor, ayağa kalktığımda gözlerim kararıyordu. Bazen öksürük krizine giriyor, öksürüklerimin öğürmeye dönüşmesiyle vücudum acı içinde katlanıyordu. Ancak midem o kadar boştu ki kusamıyordum bile. O adam her akşam beni yanına alıyordu. Normalde bu kadar sık olmazdı. Nedenini anlayamıyordum. Benden ne istiyordu? Benim acı çekmem neden ona zevk veriyordu? Bağırmalarımı susturup acımı gizlemeye çalışırsam belki zevk almayıp beni bırakır diye umuyordum ancak bu sadece canımı daha da fazla acıtmasına, kesiklerini derinleştirip vuruşlarını hzılandırmasına sebep oluyordu.
Yine bir akşam gelip bir adam beni odadan çıkarttığında neler olacağını bilmenin acısı kalbimi sıkıştırıyordu. Fiziksel acı umrumda değildi. Çektiğim ruhsal acı bile yeterliydi beni mahvetmeye.
Adam beni odanın kapısından itip gittiğinde içeride beni bekliyordu. Yatağa oturmuş, elindeki zarif gümüş bıçağı döndürüyordu. Dün kanımla kirlenmiş bıçak ve yatak, bugün yeni kan lekeleri için tertemizdi. Emri vermesini beklemeden üzerimi çıkarttım. Gülümsedi.
"Gel." Dediğini yaptığımda beni boğazımdan tutarak yatağa yatırdı ve dizlerini iki yanıma koyarak üzerime çıktı. "Beni özledin mi?" diye sordu bıçağın ucunu yaralarla pürüzlü tenimde gezdirirken. Yutkundum ve ellerimi kaldırıp bıçağı tutan elini kavradım. Merakla ne yaptığımı izliyordu. Ben ise nefes nefeseydim. Elini kaldırıp bıçağın ucunu tam kalbimin üstüne yasladım. Hafifçe bastırdığımda oluşan minik kesikten akan kan ince bir yol çizerek bej rengi çarşafla buluştu.
"Lütfen," dedim. İki damla gözyaşı şakaklarımdan akıp saç diplerimle buluşurken. "Öldür beni."
Buraya kadardı. Artık yaşamak istemiyordum. Bir sebebim, tutunacak bir dalım kalmamıştı. Eskiden bir gün kurtulacak olmanın verdiği umut beni hayatta tutardı ancak anlamıştım ki benim için kurtuluş diye bir şey yoktu. Bir süreliğine kaçmayı başarsam bile dönüp dolaşacağım yer burasıydı.
Attığı büyük kahkaha ikimizin de sarsılmasına yol açarken bıçak biraz daha derine saplanmıştı. Kalbim yaşayacağı felaketi önceden sezen bir kuş gibi göğüs kafesimde çırpınıyordu. Ellerim titriyordu ve bıçağı daha derine itecek cesaretim yoktu. Bunu sadece o yapabilirdi.
Boşta olan eliyle gözlerinin kenarında biriken gözyaşlarını sildi. Gülümseyerek omuz silkti. "Nasıl istersen."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
CHAINS
Fanfiction[yoonmin] (slow-update) İnsanın insana köle olduğu, zincire vurulup hizmete, hem de her türlü hizmete zorlandığı bir dünyada Min Yoongi henüz 14 yaşında öz babası tarafından köle olarak satılmıştı. Peki bu cehennemden kurtulabilecek miydi? Gözleri ç...