Ahmet, evli olmasının dördüncü haftasında da her sabah olduğu gibi, aç karnına koyun gütmeye çıktı. Onunla yuva kurmak için değil, ailesinden kaçmak için evlenen Ebrar'ın canını böyle yakıyordu. Fıcık (ufak) gelin onu eri saymazsa, o da böyle yapardı. Ne sanmıştı? Kendisini hiçe sayan biriyle evcilik mi oynayacaktı?
Köylü ve okumamış çoban olabilirdi ama onun da gururu vardı. Şehirde büyüdü ve aşırı güzel diye, herkesi avucunda sanıyorsa yanılıyordu. Kaçıp gideceği zamana kadar, keyfine göre onunla oynamasına izin vermeyecekti.
Ali amcanın beton evinin önüne geldi, koyunlarını ahırdan çıkarsın diye ıslık çaldı, beklemeye başladı. Saat daha altıydı, yeni yeni uyanıyor olmalılardı. Aşağı köyün en tepesindeki evden başlayıp, en altına kadar iniyor, topladığı koyunları sürüsüne katıyordu. Sonra da karşı dağın eteğine varıyor, dağın başına hayvanları çıkartıyordu. Gün boyu otlatıp, bu sefer de en alttan başlayarak malları sahiplerine geri veriyordu. Her ay başı da parasını alıyordu.
''De haydi!''
Arkasına vurduğu koyunları ahırdan çıkaran ihtiyar, on hayvanını emanet ettiği genç adama baktı. Bir zamanlar o da böyle dinçti, çınar gibiydi. Ah, ihtiyarlık... Gözü kör olasıca ihtiyarlık... Adamın tüm gücünü elinden alıyor; titreyen eller, tutmayan dizler, günahkâr bir beden dışında geriye bir şey bırakmıyordu.
''İşin rast gele, evladım!''
Ahmet, başındaki gri kasketi çıkartıp selam verdi. Öyle pek konuşmazdı, yarı-dilsiz sayılırdı. Önündekilerle beraber bir sonraki eve gitmeye başladı. Ahmet'in köyü kadar olmasa da, onlar da dağda yaşıyordu. Komşuların araları çoktu. Allah yapandan da, yaptıran da razı olsun, iş makineleriyle araba yolu açmışlardı. Artık eskiden olduğu gibi, hastaneye yetişemeden ölen kimseler yoktu, çok şükür.
Zaman ilerledikçe her yer gibi buralar da değişmişti. Eskiden telefon mu vardı? Şimdi, köylüler rahatça istedikleriyle görüşüp dururdu. Geçmişte kıyafet satın alma dahi yoktu, birkaç sene de bir yenisini, şehirden parası olan alabilirse alırdı. Geriye kalan çoğunluk, yama üstüne yamayla yetinirdi. Şimdi ise, belirli günlerde satıcılar geliyor, kıyafetinden küçük ev eşyasına, oyuncağından takısına, yazmasından şapkasına, her şeyi getiriyorlardı. Çok değil, birkaç sene önce de pazarcı gelmeye başlamıştı. Burada yetiştirilmeyen sebze ve meyveleri getiriyordu. Ahmet'in köyü ilerlemeye yenilmiş, ıssız kalmıştı da, aşağı köy direnmekte kararlıydı.
Gençler şehire inmişti. Kutu kutu, üst üste beton yığınlarında yaşayamayan yaşlılar, hâlâ daha burada hayatını sürdürürdü. Evlatları, yalvar yakar onları yanına çağırsalar da gitmezlerdi. Çoğunun gelinleri ve damatları iyi biriydi, yine de, özgürlüklerinden, alışkanlıklarından vazgeçemiyorlardı. Şehir, alışkın olmayanın zindanıydı.
Birkaç evi daha önünde ıslık çalıp mallarını alarak geçti. Ayşe teyzelerin evine geldiğinde asık suratı olabilirmiş gibi daha da asıldı. Kadın, Ahmet'in karısı hakkında ileri geri konuşurdu. O edebinden sustukça, aşırıya kaçan laflar ederdi. Söyledikleri dedikoduyu aşıp, zulm etsin diye iteklemeye dönüşürdü. Çobanın yerinde, vicdansız ya da ezik biri olsa, onun yalan sözleriyle çoktan karısını öldüresiye döver dururdu. Hemcinslerine dünyada adeta cehennemi yaşatmayı hedef bilmiş kadın, tahta dış kapısında göründü.
Ağrıyan yerlerine söylene söylene aşağı kattaki ahıra girdi. Ne kadar birilerinin canını yakarsa, o kadar huzur buluyordu. Elbette yalnızca insanlara değil, hayvanlara da öyle davranırdı. Ses yankılanacak kadar sert vurduğu koyunlar can acısıyla kaçışmaya başladı. Ahır kapısında birbirlerini sıkıştırdıkça, zavallılar, kadının zulmüne daha fazla maruz kaldı.
![](https://img.wattpad.com/cover/231788992-288-k194468.jpg)