“Ahh ahh Berra bütün insanlar mutlu olsa keşke. Hiçbir şeyden şikâyet etmeseler, hiç birbirleriyle kavga etmeseler. Bir insan bir insana nasıl vurabilir? Nasıl birisi birisinin canını yakabilir, aklım almıyor gerçekten. Tanrı bize ne kadar güzel bir dünya bahşetmiş baksana, burada yaşayıp gitsek ya! Nedir birbirimizle alıp veremediğimiz canım! Neden bu kavga? Neden mutlu olmayı beceremez ki insanoğlu, hiç anlamam…” diye yakınmasına devam ediyordu Batu. Yaklaşık beş dakikadır içinden geçenleri ikizi Berra’ya anlatıyordu. “ Şu gökyüzünü güzelliğine baksana, şu yıldızların parlaklığına, Ay ne kadar da muhteşem görünmüyor mu? Bunların tadını çıkarmalı insan. Şu bahçedeki ıhlamur ağaçlarının kokusunu bir alsa insan, nasıl bir daha huzursuz olabilir ki? Bak mesela Atınç’a bunlardan bahsetsem hiç anlamaz. Varsa yoksa fabrika işleri. Geçen bu kadar parayı ne yapacaksın yavrum dedim. Hadi atlayalım arabamıza rüzgar bizi nereye götürürse gidelim, hani aynı filmlerdeki gibi… Akdeniz’e doğru ineriz, oradan bir yerden bir tekne kiralarız belki, o koy senin bu koy benim gezelim. Öyle çok uzatmadan iki üç hafta günümüzü gün edelim, var mısın dedim. Bana ne dedi biliyor musun? Efendim iki tane ihalesi varmış da; o olmazsa olmazmış da… Hep sinir stres! Yahu bu çocukluğunda da böyleydi, bu kadar hırslı bir adam tanımam ben. Bir şeyi elde etmek için yapmayacağı şey yoktur. Çocukluk aşkına Tümer’in de âşık olduğunu öğrendiği günü hatırlıyor musun? Çocuk soruya cevap vermek için ayağa kalktıktan sonra otururken sıraya kalem koymuştu hem de dik, yazık çocuk üç dört gün okula gelememişti. Çocuğu kaleme oturtmak nedir yahu! Neyse geçen odasında otururken, içeriye bunun yaveri girdi. Efendim dedi, işçilerin paralarını geciktirmemiz büyük huzursuzluğa sebep oldu, yarın yatırsak maaşları tepkiyi düşürürüz diye düşünüyorum dedi. Bizimki bir parladı, nasıl böyle bir şey söyleyebilirmiş, planlandığı gibi kesinlikle beş gün geç yatırılacakmış. Huzursuzluğu da kimler çıkarıyorsa hemen isim listesini masasında istiyormuş. Yahu kuzen dedim, neden işçilerin parasını vermiyorsun dedim. Hayır, paran var pulun var neden mağdur ediyorsun insanları yazık değil mi dedim. Beş gün fazladan parayı kullanıyor muymuş neymiş, hiç anlamam o işlerden o da sen anlamazsın Batucan boş ver dedi zaten. Ahh Berra, insan bir kere geliyor dünyaya, tadını çıkartmalı canım. Kaç aydır kapandık bu betonarme içine, şöyle rahat rahat gezip dolaşamıyoruz. Saat onda şirkete gir, üçte çık. Hep aynı yalancı yüzleri gör, onlara yalancı yalancı gül. Yahu babam zorlamasa hiç muhatap olmam bunlarla. Zaten babam zorlamasa şirkete de gitmem! Ne işim var ki o kasvetli yerde! Düşünsene benim yerim orası mı yavrum?” Berra bir kulağı ikiz kardeşinde yüzüne hiç bakmadan gökyüzünü seyrediyordu. Batu’nun söyledikleri ona o kadar basit ve saçma geliyordu ki. Batu’nun sorduğu sorulara gereken cevapları verebilirdi, söylediklerine yorum da yapabilirdi elbette ama ne işe yarayacaktı ki? Kardeşinin sefaletine son mu verecekti sanki? “Kardeşim ben aşk adamıyım” diye devam etti Batu; “Ama öyle kadınlara değil sadece, doğaya da aşığım, müziğe de aşığım. Ne yapmak istiyorum biliyor musun? Alacağım gitarımı, atlayacağım arabama, Ege’den başlayacağım, ineceğim ağır ağır aşağıya doğru. Yeni insanlarla tanışacağım, onlarla sevişeceğim, müzik yapacağım, günümü gün edeceğim.” Berra’nın bu zırvalara tahammülü kalmamıştı artık. Kafasını kardeşine doğru çevirip “Peki nasıl?” dedi sonunda.
“Ne nasıl?”
“Nasıl yapacaksın bunları?”
“Sen beni dinlemiyor musun yavrum? Arabayla gideceğim, öyle hippi gibi otostopla falan uğraşamam bu yaşımda.”
“Onu anladım zaten, ama paran olmadan nasıl gideceksin?”
“Berra yine başlama lütfen, param yok mu sence? Seni de özel okula göndermeliydi bizimkiler. Gittin o devlet okuluna böyle para düşmanı oldun. Para ihtiyaç değil mi yavrum? Bak seni kaç defa gözaltından çıkarttı babam, para olmasaydı nasıl çıkartırdı bir düşünsene. Yani bir de çok iyi bir üniversiteye gittin güya, neymiş ülkenin en akıllı çocukları geliyormuş. Yahu ülkenin kanunları var, yaşamanın kanunları var. Yıl olmuş 2017 hala çağdışı fikirler. Okul iyi diyorsunuz, hepiniz olmayacak duaya ‘amin’ diyorsunuz. Bu gerçekdışı fikirleri çıkar tatlım artık şu güzel beyninden. Boş ver takılmana bak. Ne dedim bak ben az önce, hayata bir kere geliyorsun. Herkes gün gelir yolunu bulur sen kalırsın. Babam olmasa çoktan yanmıştın zaten sen. Tadını çıkaralım hayatın, paramız var pulumuz var bu şans meselesi, gezelim güzelim gençken.” Berra kardeşiyle yaptığı onlarca benzer tartışmanın bir benzerini daha gerçekleştirmeyi yersiz görüyordu. Kafasını tekrar gökyüzüne çevirip belli belirsiz bir sesle “Evet paran var.” dedi
***
Nazım “Herkese iyi akşamlar” dedi son ‘a’’yı uzatarak ve servisin merdivenlerinden aşağı indi. “Yine bu sokak lambaları yanmıyor, acaba bu sefer ne oldu” diye sordu kendi kendine. “Neyse ki ay ışığı var olmasa göz gözü görmezdi.” diye düşündü. Dar sokakları birbirine bağlayan geniş göbekten kendi evinin olduğu sokağa doğru yöneldi. Evi biraz yukarıda kalıyordu. Ortaokula giderken de hep bu dar sokağı kullanırdı. Uzun sokak çabucak geçsin diye kendine oyunlar kurardı. Sokakta yürüyen başka insanlar varsa eğer onlarla yarışırdı. Ama koşarak yapmazdı bunu, hızlı yürüyerek yapardı. Elli altmış metre ileride bir bitiş noktası belirlerdi, insanları oraya kadar geçmeye çalışırdı. Bu dar sokak ona çok tanıdıktı, çocukluğu gençliği hep buralarda geçmişti. Şimdi de yetişkinliği burada geçiyordu. Babasından kalan tek şey olan müstakil bahçeli eviyle duygusal bir bağ oluşmuştu arasında artık. O ev ona kaldığı için kendini şanslı hissediyordu, fabrikadaki diğer arkadaşlarından çok büyük bir bölümü kirada oturuyordu.
Nazım sokağa girince sanki ortalık biraz daha karardı. Ay ışığı dar sokağa girmekte zorlanıyordu. Sokağın iki tarafındaki bahçelerde büyük söğüt ağaçları vardı. Etraf çok sessizdi, ılık ılık esen rüzgar söğüt ağaçlarının neredeyse yere kadar sarkan dallarını sallıyor, belli belirsiz yaprak sesleri sessizliği bozmaya yetmiyordu. Sessizliği sadece Nazım’ın ayak sesleri kırıyordu. Ay ışığı tepelerine düşen söğütler tıpkı birer hayalet gibi sokağın iki yanında sallanıyordu. Nazım ürperdi. Çocukluğundan beri karanlığı hiç sevmezdi. Karanlığı düşünmemeye çalıştı. Çevresine bakmamaya karar verdi, kafasını öne eğip iki elini ceplerine soktu. “Şimdi gözlerim alışır iyice karanlığa” diye düşündü. Bozuk asfalt üzerinde akşamüstü yağan yaz yağmuru suları can çekişiyordu. Asfaltta bazı yerler halen kurumamıştı. Nazım yağmur sonrası kokan toprağın kokusunu aldı, az da olsa hala ulaşıyordu burnuna o koku. Evine yaklaşırken sokağın kenarında ev olmayan bir kısım vardı, “Oraya bir ulaşsam…” diye düşündü. Her ne kadar başka şeyleri düşünmeye çalışsa da karanlık hep aklının bir köşesinde duruyordu ve onu tedirgin etmeye yetiyordu.
Nazım biraz yol aldıktan sonra karanlığın bedeninde yarattığı etkiyi azaltmayı başarmıştı. Fabrikadaki sarışın kızı düşünüyordu. Farklı bölümdelerdi. Yemekten yemeğe görebiliyordu sadece. Kız hiç aklından çıkmıyor değildi elbette, ortada kara sevda durumu yoktu. Hem nasıl olsun İşi ağırdı Nazım’ın. Kara sevdaya tutulmaya zamanı yoktu. Ama çok hoş kız diye geçiriyordu aklından. Birkaç defa tanışmaya yeltendi ama çok acemice deneyimlerdi bunlar. Bir keresinde yemekhane kapısının kenarında arkadaşlarını bekler gibi rol yapıp hoşlandığı kızın geldiğini görünce hemen kızın önüne sıraya girecekti. Sonra çatalını kaşığını kasıtlı olarak unutup kızdan vermesi için ricada bulunacaktı. Kurgusuna göre bu konuşma ilk konuşmaları olacaktı. İlk konuşma, zamanla her gördüğünde ayaküstü bir kafa selamına, ardından bir merhabaya sonra da bir muhabbete dönüşür diye umuyordu. Ama planın uygulanışında yaklaşan üç kişilik kız grubunun içinde olan sarışın kız, sırada grubun tam ortasına denk düştü ve Nazım arkadaşından istemek zorunda kaldı çatal kaşığı. Diğer bir denemedeyse araya bir anda başkası kaynayıverdi. Planı her gün de deneyemezdi ya, çünkü bu seferde ortada bir gariplik olduğu anlaşılabilirdi. Bu planı belli aralıklarla denemeye karar vermişti.
Daracık sokaktan yürürken hoşlandığı kızı düşünüyordu Nazım, adını dahi bilmiyordu ama. Acaba nerede oturuyordu, şu an ne yapıyordu? Acaba o da kendi gibi mesaiye kalmış mıydı bugün? Acaba işe ne zaman girmişti? Nazım dört buçuk senedir aynı fabrikadaydı. İşe girdiği günden itibaren hep başka iş aramaya devam etti. Soranlara hep; “ Başka iş çıkıyor, çıkıyor çıkmasına ama şartları daha kötü. Burada mesai ücreti falan bir şekilde denklemeye çalışıyoruz. Pek denklenmiyor ama ne yapalım şimdilik böyle” derdi. Denklenmiyordu, yetmiyordu Nazım’a parası, şükür demekten bıkmıştı, kredi kartının limiti aybaşına bir hafta kala dolmuştu. Acaba kızın yetiyor muydu parası? Evde baktığı kardeşleri var mıydı? Kızın hakkında bildiği sadece iki şey vardı; ilki evli olup olmadığı ve ikincisi sevgilisinin olup olmadığıydı. Her ikisi de yoktu. Fabrikada çevresi geniş bir ustabaşı vardı. Bu, Recep Usta’ydı. Birkaç arkadaşı fabrikadan beğendikleri kızları Recep Usta’ya sormuşlardı. Nazım’da ona sormuştu hoşlandığı kızı, ama o kadar utanıp zorlanmıştı ki, alelacele soruvermişti, hayatında birisi olup olmadığını. Sorarken ismini sormayı da unutuvermişti. Kızın ailesi nasıl insanlardı acaba? Yoksa annesi ya da babası ölmüş müydü? Bekli de her ikisi de ölmüştür diye aklından geçirdi. Öyleyse nasıl geçinecekti ki? Ekmek olmuştu bir lira yirmi beş kuruş, domatesin kilosu üç lira vardı, bu işin elektriği vardı, doğalgazı vardı, suyu vardı… Her şey ateş pahasıydı.
Nazım eve doğru yaklaştı, sokağın yanları açıklık olan kısmına geldi, orası gerçekten de daha aydınlıktı. Ay’a baktı “çok güzel” diye aklından geçirdi. O sırada yolda karşısına büyük bir su birikintisi çıktı. Kenarında dolaşacak yer yoktu. “Hay allah nasıl geçeceğim şimdi buradan” diye söylendi. O esnada Dolunay’ın yansımasını su yüzeyinde gördü. Sadece Dolunay değil diğer bazı yıldızlar da görünüyordu. Tüm gökyüzü sanki sokağına inmişti ve ayağının altına serilmişti. Gökyüzünün büyüsüne kapıldı bir an. On on beş saniye su birikintisinin yanında öylece bekledi. Sonra “ suya basayım bari yapacak bir şey yok eve yaklaştım zaten” diye düşündü. Ancak gökyüzünün sudaki yansımasını bozacağı için üzgündü. Sol ayağını kaldırdı, vücut ağırlığını yerde olan sağ ayağı üzerinden ağır ağır sol ayağına doğru geçiyordu. Nazım, evi yakın olmasına karşın, çok ıslanmamak adına ayağının ucuna basarak yürümekte fayda olacağını düşündü. Sol ayağının ucu suya girdi. Ağırlığı iyiden iyiye sol tarafına doğru kaydı. Sol ayağının tamamı suya girdi ama ayağı hiç ıslanmış gibi gelmiyordu. Üstüne zemine de bir türlü değemiyordu. Sanki su birikintisi çok derindi. Birikintinin hiç bu kadar derin olacağını düşünmemişti. Refleks olarak sağ ayağıyla suyun ortasına doğru atlamak istedi ama sol ayağından sonra bacağı da suya girmişti bile. Sudaki gökyüzü uzayda oluşan yerçekimi dalgaları gibi dalgalanmaya başladı. Nazım sağ ayağını kaldıramadan sol tarafına doğru düştü. Gözlerine su kaçmaması için gözlerini kapattı. Hiç ıslandığını hissetmiyordu, oysa çukura düşmüş kafa üstü batıyordu, bunun farkındaydı. Islandığını hissedeceği yere boşlukta gibi hissediyordu. Birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve… Boşluktaydı. Düşüyordu. Gökyüzüne düşüyordu. Hem de kafa üstü düşüyordu. Bacaklarının arasında düştüğü deliği görüyordu. İki üç saniyelik şokun ardından bağırmaya başladı ama sesi çıkmıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmaya çalışıyordu ama nafile. Göktaşları geçiyordu yanından, sonra Ay’ı gördü yine. Bu sefer daha büyüktü, büyüleyiciydi. Nazım hızla aydınlık saçan aya doğru yaklaşıyordu. Artık yapabileceği hiçbir şey yoktu, Ay’a düşüyordu. Diğer bir ifadeyle, Dünya’dan Ay’a doğru yükseliyordu. “evet” dedi kendi kendine; “aslında düşmüyorum, yükseliyorum.”
O sırada uzakta ardından belli belirsiz bir ışık çıkaran bir şey gördü. Sanki Dünya’dan fırlatılmıştı. Ardından iki, üç, dört… Dünya’dan uzaya ateşli oklar atılıyordu adeta. Onlardan birine dikkatle baktı, o da bir insandı. Hatta dikkatle baktığı kişi iş arkadaşı Ahmet’ti. Diğer yanında hoşlandığı sarışın kız, onun yanında Recep Usta… Hepsi Ay’a düşüyorlardı. Ahmet’e bağırmak istedi, Ahmet çok kaygılı görünüyordu zira. Ona “ korkma Ahmet, düşmüyoruz. Gökyüzüne doğru yükseliyoruz, karanlığa doğru onu yırtmak için” diye bağırdı. Nazım hafiflediğini hissediyordu. İçi tüm hayatı boyunca hiç olmadığı kadar huzur doluydu. Ay’a yaklaşıyordu karanlığı delerek ve daha da hızlanıyordu. Ayaklarının altından çıkan belli belirsiz ışık artık Dünya’dan görülebilir düzeydeydi. Nazım en öndeydi. Artık ne olduğunun farkındaydı, zerre korkusu yoktu. Adeta namludan çıkan bir kurşun gibi hedefine uçuyordu, karanlığı parçalıyordu. Güneş gibi ışık saçan Ay’a varmasına çok kalmamıştı.
***
“Bugün sanki her günden daha huzursuzum Berra. Ay’dan sanırım, Ay Dolunay olunca, tabak gibi ortaya çıkınca bir bunalma geliyor bana. Sence hemen duşa girip yatsam mı, yoksa yatmadan önce havuza kadar gidip şu üzerimdeki kötü enerjiyi suya mı bıraksam?” Berra artık kardeşini dinlemiyordu bile. Onu dinlemenin, ona bir şeyler açıklamaya çalışmanın ne anlamı vardı ki? Batu’nun sözleri yine onu derin düşüncelere sürüklemişti. Şimdi aklında, geçen gün şirketlerinde geçen gün çalışan çaycı kadının, ablasından, çay tabağına biraz çay döküp şekerleri ıslattığı için yediği azar vardı. Ablasına bu yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalışsa da, ablasından tek işittiği kendisine yöneltilen suçlamalar ve şikâyetler oldu. Ardından Berra’nın aklına çaycı kadının oğlunun delik ayakkabıları geldi. Bir kere şirkete annesinden anahtar almaya gelmişti yeşil gözlü çocuk. Annesi yönetim kurulu toplantısı olduğu için eve saatinde gidememişti. Sağ ayağının sağ tarafındaki ve sol ayağının ön tarafındaki dikişlerden patlamıştı ayakkabılar. Nasıl dayansınlar hem; belki üç yıllık varlardı.
Berra gökyüzünü seyrediyordu ve bu Dünya’daki en büyük saçmalık diye geçiriyordu aklından. “Çözümü” dedi kendi kendine. Bu saçmalığın çözümünü biliyordu… Dünya’daki haksızlıkların, adaletsizliklerin herkesin gözü önünde duran bu koskoca saçmçevirerek cevap verdi; “Yok yok sen git” o sırada gökyüzünde bir yıldızın kaydığını gördü. Çok parlak ve çok güzeldi, Ay’ın çeyreği kadar vardı neredeyse, her tarafı ışıtıyordu. Berra kardeşine; “ Bak bak, yıldız kayıyor” dedi heyecanla. Balkondan içeri girmek üzere olan Batu birden döndü; “Hani? Hani? Nerede? Ben bayılırım böyle şeylere.” diye haykırdı.
“Bak işte tam şurada. İlerliyor.”
“Hani ya? Göremiyorum.”
“Ay’a doğru bak, Ay’a doğru gidiyor sanki.” Gerçekten de göktaşı hızla Ay’a doğru ilerliyordu sanki.
“Ben hala göremiyorum yahu, sen benimle dalga mı geçiyorsun Berra?”
“Hayır! İşte tam orada nasıl görmezsin?” Göktaşı birkaç saniye daha Ay’a doğru ilerledi, ilerledi, ilerledi ve inanılmaz bir hızla çarptı. Büyük bir patlama yaşanmıştı sanki. Ortaya çok büyük bir ışık çıktı birden. Her taraf sanki gündüz olmuş gibi aydınlanıverdi. Tıpkı şehrin karanlık sokaklarına Güneş doğmuştu.Berra şaşkınlıkla bağırdı; “ Gördün mü bunu? İnanamıyorum!”
Batu’nun ağzı açık kalmıştı. Gözlerini Ay’dan alamıyordu. Gördüklerine inanamaz bir şekilde, sessizce; “ Gördüm.” diyebildi sadece ve ekledi, “Sanırım sonumuz yaklaşıyor Berra…”