22|inan ki ben böyle güzel mahvolmamıştım.

319 49 173
                                    

Güneş vuruyordu tenine, parıl parıl parıldıyordu Prens, gözleri kıpkırmızıydı belki, dudakları rengini kaybetmişti, hayli de ölü bakıyordu etrafına. O güllerin arasında duruyordu ancak solmuş gibiydi biraz, sanki bahçeleri talan edilmiş, ateşe verilmiş gibi çaresizce bakıyordu etrafa. O an tek bir rüzgar bile esmemişti yüzünde, duvar gibi, dümdüz bir surat ifadesi, sabah esintilerinin dalgalandırdığı tel tel ayrılmış simsiyah saçları dökülüyordu sonra, elmacık kemiklerine kadar. Elleri siyah hırkasının iki yanında öylece düşük bir şekilde bekliyordu, dimdik değildi, omuzları çökmüştü biraz, bitmişti sanki.

Bitmişti.

Xiao Dejun kalakaldı olduğu yerde, nedense hareket edemiyor, geri dönmek istese bile ayakları gitmiyordu. Orada olmak zorundaymış gibi hissediyordu Dejun, sanki ayaklarının sabahın bu saatinde onu buraya getirmesinin bir sebebi varmış gibi, yapması gereken bir şey varmış da onu yapamadan geri dönemezmiş gibi.

O anda bir adım ilerisi yoktu sanki, bir adım gerisi de, Prensten başka birisi de...

Sanki o an sadece ikisi nefes alıyordu yeryüzünde, yapayalnızlardı.

Prens'in gözleri kendisini izleyen bedeni fark etmiş olacak ki bir anlığına Dejun'a çevrildi, onun şaşkın ifadesiyle karşılaştı, neredeyse ıslak saçlarıyla ve dağılmış kıyafetleriyle, kıpkırmızı dudaklarıyla, gözleriyle, havalanan kaşlarıyla. Ancak devam edemedi bakmaya çevirdi başını, sonrasında dizlerindeki dermanı kaybetmiş gibi titredi, birkaç adım geri giderek beyaz güllerin dibindeki banka oturdu, başını eğdi, suçlu bir çocuk gibi görünüyordu, öne doğru eğilmişti ve elleri dizlerinin her iki yanındaydı.

"Neden gelme zahmetinde bulundunuz, Xiao Dejun? Dinlenmek için odanıza çekilmeliydiniz."

İstemiyor gibi söylemişti Prens ancak uzun zamandır Xiao Dejun'un geleceği düşüncesiyle bekliyordu orada çünkü biliyordu, Xiao Dejun kendisine gelmeyecek olsa ait olduğu beyaz gülleri bırakamazdı hiç, onlara mutlaka gelirdi. Prens'in de o gün pembelere değil de beyazlara gelmesi bu sebeptendi, Xiao Dejun beyaz gülleri severdi, ellerini kanatırdı hep, düşüncesiz davranırdı çok sevdiği için. Prens her daim onun ellerini temizlemek için orada olmalıydı, işlemeli mendiliyle birlikte.

"Bitmişsiniz Ekselansları, çehrenizi yorgunluk süslüyor, neden hâlâ buradasınız?"

"Çünkü burada olmazsam uyuyamazdım."

Beyaz güller Dejun idi ve Dejun Prens'i hep rahatlatırdı. Bu yüzden arada sırada, uyuyamadığı vakitlerde gelir, burada oturur ve sabah ışıkları günü aydınlatana kadar boş boş bakardı etrafına, çiçeklerin kokusunu içine çekerdi, bazen uyuyakalırdı ve uyandığında daha büyük sıkıntılarla karşılaşırdı.

Yine de vazgeçmezdi asla çünkü beyaz güller Xiao Dejun idi.

Prens beyaz güllerden gelecek her çileye katlanabilirdi.

"Umuyorum ki burada uyumaktan bahsetmiyordunuz Ekselansları."

Xiao Dejun sonunda bacaklarına söz geçirebilmiş ve şimdi bir enkaza benzeyen Prens'e doğru yürümeye başlamıştı, bir adım, iki adım ve üçüncü, dördüncü, beşinci... sonra onuncu adım, on beşinci adımda Büyücü sonunda o bankta yerini alabilmişti.

"Belki."

"Hâlâ dargın mısınız bana?"

"Benim size darılmaya hakkım yok ki Dejun. Asıl siz bana dargın mısınız?"

"Size neden dargın olayım Ekselansları?"

Sesindeki kuşku kalbine oturmuştu Prens'in, o gerçekten de dargın değildi, nasıl olmazdı? O altı yıldan sonra... O doğmayan güneşlerden ve aydınlanmayan karanlıklardan, o nefessiz bırakan acılardan, o ölüp ölüp dirilmelerden sonra nasıl dargın kalmazdı bir insan? Prens ona sadece adını söylemedi diye darılmıştı halbuki, o böyle büyük bir şey için nasıl darılmazdı ki?

SolastaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin