Paris, 1994.
///
Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim.
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir.
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
Bir çelişki gibi ölümsüz
Yaşamakta olurdum.*Öyle bir bahar akşamıydı ki şehrin sokaklarını arşınlayıp tarihi yapıların eteklerinde ve köşebaşı kafelerinde buraya gelmek için döktükleri paranın hakkını vermeye çalışarak kendinden geçen, bazen ise kendinden geçemeyecek kadar dalgın veya umursamaz halde olan insan selinin içinde kendimi hiç olmadığım kadar kayıp hissediyordum.
Sahiden kaybolmuş değildim. Yolları hafızamda yer etmeye başlayan bu garip şehirdeki ikinci haftamdı ve şimdiden hatrı sayılır derecede bilgi sahibi olmuştum. Kaybolma hissinin kaynağı çiseleyerek ılık esintiyi süslendiren bahar yağmurunun bile temize çekemediği benliğimin lanetiydi. Fakat bu akşam bir farklıydı işte. Daha yoğun, daha çarpıcı, daha ağır bir surete bürünüp ayaklarımı merkezden uzak bu tiyatro salonunun önündeki kaldırıma çivilemişti.
Tam bir hafta önceki Bordeaux seyahatimde gördüğüm, ilk bina yanarak kül olduktan sonra Louis François Armand diye bir adamın tekrar inşa etmeye karar verdiği ve 1780 yılında açılışı yapılıp 1800'lü yıllara dek de gelişimi devam etmiş Bordeaux Grand-Théâtre binası kadar büyük ve görkemli değildi. Özellikle bahsediyordum çünkü Paris'te yahut Fransa genelinde beni büyüleyecek, her karışı sanat kokan, asma katlarla ve ihtişamlı mimarilerle donatılmış tonla eşsiz tiyatro binası vardı ama beni bugün buraya getiren şey sanatın icra edildiği mekana olan merakımdan ziyade ikinci ve belki de son kez izleme şansı yakalayacağım tiyatro oyunuydu.
Her şey bir akşamüstü bunalımına kapılıp kendimi Bordeaux'da tek başıma saatlerce demlendiğim kafeden dışarı atarak etrafı turlamamla başlamıştı. Büyük tiyatro binasını bulmuş ve kafamı dağıtacağına inanarak gişeden o geceki son oyun olan Hara-kiri Contre le Soleil için bir bilet almıştım. Fazlaca büyük ve meşhur bir salonda oynanacağı için içerisinin tıklım tıklım olmasından ve ancak kör bir noktada oturacak yer bulup kalabalığın içinde olduğumdan daha boğulmuş hissetmekten korkuyordum fakat salon, gişedeki adamın ben bilet parasını öderken yüzüme tuhaf tuhaf bakışını açıklar nitelikte neredeyse bomboştu.
Neredeyse diyordum çünkü en fazla iki yüz kişilik ve benim kadar afallamış görünen insan topluluğu salonun farklı yerlerinde çayıra salınmış koyunlar gibi minik gruplar halinde beklemekteydi. El afişinden okuduğum kadarıyla mitolojinin ve romantizmin harmanlandığı ilgi çekici bir hikayesi olmasına rağmen niçin bu kadar düşük bir taleple karşılandığını sorgulamadan edememiş ve kendime sahneyi rahatça görebileceğim bir yer bularak beklemeye başlamıştım. Ardından da bu seyreklik saatin neredeyse dokuz oluşundan kaynaklı olmalı diye düşünmüştüm.
Oyun 70'li yılların Fransasında geçen, doğaüstü unsurlar çevresinde dönen iki perdelik bir trajediydi. İlk perde uzun süreden sonra eğlenmek adına tanrı ve tanrıçalar diyarı Olimpos'tan yeryüzüne inerek bir davete katılan, müziğin, sanatın, güneşin ve şiirin tanrısı Apollon ile davetteki delikanlılardan biri olan Damien'in tanışma anıyla başlıyordu. Apollon'un tek günlük eğlence planı, Damien ile kalplerini ilk görüşte birbirlerine kaptırmaları üzerine altüst oluyor ve yeryüzünde kaldığı süre engellenemez bir biçimde günden güne büyüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
güneşe karşı hara-kiri, chanbaek
FanfictionDoksanlı yılların ortasında, Fransız tiyatrosunun ölümünden doğuyorduk ve doğarken güneşin yüzüne kızıllar saçıyorduk. *** başlangıç: 020124 bitiş: