but you painted me golden.

131 16 168
                                    

jungkook'a rastladığım ve ona aşık olduğumu fark ettiğim gün arasında pek fark yoktu. ona aşık olduğum diyorum çünkü bunu fark ettiğimde sıradan bir duygu olmayacak kadar kuvvetli olduğunu anlamıştım.

1 yıl kadar sonraydı, biz yine yeouido hangang park'ta oturuyorduk. yine aynı banktaydık. jungkook yine manzara resmi çiziyordu, ben yine kitabımı okuyordum ama aramızda bizi bağlayan görünmez bir bağ vardı. ara sıra bana bakıp gülümsüyordu, dikkatim dağılacağı için ona kızacak olan ben, birdenbire bunun daha çok yaşanmasını isterken buluyordum kendimi.

"neden bana öyle bakıyorsun?" dedi ve güldü. gülümsememi büyütüp omzumu silktim. jungkook'un gülümsemesi de büyüdü. "yüzümde bir şey falan mı var?" gülümsememi daha da büyütünce jungkook telefonundan yüzüne bakmaya başladı. "neden öyle bakıyorsun ya?" hiçbir şey demeden kitabıma döndüm, jungkook da biraz yüzüme baktıktan sonra resmine döndü.

kitabıma odaklanamıyordum, belki de odaklanmak istemiyordum. kitabımı kapatıp manzaramızı izlemeye başladım. jungkook tabletini çantasına koyarken konuştu. "yarın busan'a gidiyorum." kaşlarımı çatarak ona doğru döndüm, yüzünde düz bir ifade vardı. "birdenbire nereden çıktı bu? önemli bir şey mi oldu?" içini çekerek bana baktı. "taşınıyorum." ağzımı şaşkınlıkla açıldı. bunu beklemiyordum. bu en beklenmedik olandı.

"nasıl yani?" omuzlarını düşürdü. "gidiyorum işte." hiçbir açıklama yapmaması sinirimi bozuyordu. "anlatacak mısın?" kafasını iki yana salladı. çantasını alıp ayağa kalkarken ben de onunla kalktım. "bana açıklama yapmalısın." gözlerime bakmadı bu kez. "jungkook, her şey yolunda mı?"

"lütfen benim için bir şeyleri daha da zor yapma, gitmem gerekiyor. lütfen." hiç istemeyerek elini bıraktım. bana söylemediği için mutsuzdum, bunu paylaşacak kadar samimi olduğumuzu düşünmüştüm. "beni arayacak mısın? temelli mi gideceksin?" yeniden iç çekti, gözlerime hâlâ bakmıyordu. oysa gözlerime baksa anlardım. "bana cevap verecek misin?"

yeniden banka oturduk. "bu akşam gidiyorum. ailemin yanına. neden olduğunu bilmiyorum. gelmezsem kötü şeyler olacağını biliyorum yalnızca. sana bir sürü şey anlatmadım. konuşacak çok şeyimiz vardı ama olmadı işte. arayabilirsem seni kesinlikle arayacağım... ben de gitmek istemiyorum yoongi. yapmak zorundayım." yüzüm asıldı. jungkook'un gitmesi demek maviye dönmem demekti, yalnız kalmam demekti, neşemin de onunla birlikte gitmesi demekti.

gitmesini engellemeye ihtiyacım vardı ama bunu yapamıyordum bile. "sana ulaşmam için bana bir şeyler bırakamaz mısın? seni kaybedemem jungkook." gözleri parlayarak bana baktı, ilk günkü gibiydi hâlâ gözleri. ağlamak istedim. küçük bir çocuğun en sevdiği oyuncağı gibi seviyordum onu. kimseyle paylaşmak istemiyordum. aramıza kimse girsin istemiyordum. "telefonum var. buradaki arkadaşlarımdan bazıları busan'dan arkadaşım, onları tanıyorsun..." biraz sustuktan sonra yutkundu ve yeniden başladı sözlerine. "ben de seni kaybetmek istemiyorum. her şey için teşekkür ederim. gerçekten. hayatımın en iyi yılını yaşadım seninle, sonsuza kadar hatırlayacağım bu anıları."

gözlerim doluyken birden sarıldım jungkook'a. sıkıca tuttum, gitmesinden korkuyordum ama bunun hiçbir şeyi engelleyemeyeceğini biliyordum. korktuğum ne kadar şey varsa yaşamıştım, yapamam dediğim ne kadar şey varsa yapmak zorunda kalmıştım. jungkook ile aramızdakilerin çok farklı olmasını dilerdim.

"seni evine bırakabilir miyim?" o sokaklarda son kez de olsa seninle yürümek istiyorum, diyememiştim. jungkook olumlu anlamda kafasını salladı. banktan ayrılırken orada çok fazla anılan fazlasını bıraktığımızı biliyordum. jungkook'un ve benim yüzümde hemen hemen aynı ifadeler vardı ama onunkini okumak daha zordu. hiçbir zaman kendini çok açan biri değildi, ben de onun aynısıydım... ama çok iyi geçiniyorduk. kimse anlamasa beni o anlardı, bilirdim. ben de onu anlardım, bilirdi, hissederdi bunu. sözcüklerle olmasa da gözlerimizle anlardık birbirimizi.

golden ' yoonkook ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin