ÇELSİ
‘’Bu ne sikim hava!’’ diye çığırdı Eyko.
Yıllardır bu günü hayal ediyordum ama bu hiç hayallerimdeki gibi bir başlangıç değildi!
Dışarıya sadece tek bacağımızı çıkartmış olsak da soğuktan gebermemize ramak kalmıştı.
Bunu hiç düşünmemiştim, Kore’nin havasının soğuk olduğunu sıkça söylüyorlardı ama tamamen aklımdan çıkmıştı. Askılı bluzlarımız ve altına giydiğimiz şortlarla turist olduğumuzu daha fazla belli edemezdik diye düşündüm. Gerçekten etrafa baktığımda herkes sımsıkı giyinmiş, atkılarla boğazlarını sıkıca kapatmışlardı.
Yanımızdan geçen bir kaç küçük kızın tepkimize kıkırdadığını gördüm. Ehh, eğer şimdi Kore’de olmasaydık onlara yapacağımı bilirdim.
Ama düşünmem gereken daha önemli şeyler vardı. Eyko kızgınlıktan olgun bir domates rengini almıştı. Ağzından kazara yanlış bir söz çıkmaması için konuşmamaya gayret ettiğini anlamıştım. Konuşmaya başladığı takdirde bana küfürler yağdıracağından da emindim.
Bavulumu açtım ve içinden iki tane palto ve atkı çıkardım. Eyko elimden öyle hızla çekti, az kalsın palto ortadan ikiye ayrılacaktı.
Paltoları hızlıca üzerimize geçirdik.
Kısacık şortlarımızın üzerindeki kalın paltolarımız ve atkılarımızla aşırı tuhaf göründüğümüze emindim.
‘’Moda kurallarının canına okuduk’’ dedim sessizce.
Eyko ile havaalanındaki çift taraflı pencereyi ayna niyetiyle kullanıp karşısına geçip halimize baktık.
Eyko hala gergin olsa da, şu an öyle komik görünüyorduk ki o da gülmeden edemedi. Birkaç saniye sonra hava alanındaki büyük pencerenin karşısında embesil gibi kahkaha atıp birbirimize kahkaha atmaya başlamıştık. Eyko gülerken domuzumsu sesler çıkarıyordu ben ise etrafa kahkahalarla etrafa gülüyor ve paltomu aşağı yukarı kıvırıp dans ediyordum. Havaalanındaki en tenha kısımda olduğumuzdan oldukça rahat davranıyorduk.
‘’Hadi şimdi resim çekinelim’’ dedim gülerek.
Eyko’nun keyfi yerine gelmişti. Başıyla onayladı.
‘’Ama ilginç bir poz olmalı. Seni sırtıma alacağım. Zaten yaklaşık 5 kilo olduğundan benim için sorun olmaz’’ diyerek ekledim.
Eyko ilk önce tereddütle yaklaştı ama biraz daha ısrar ettikten sonra onu ikna edebilmiştim. Onu sırtıma almam zor olmadı. Kamerayı odakladım ve çek tuşuna bastım.
ŞAAAKKK.
Gökyüzü. Şu an gökyüzünü izliyordum. Ayrıca kıçım acıyordu.
Az önce resim çekiniyorken, şu an soğuk bir zeminde yatıyor ve gökyüzünü izliyordum.
Muhtemelen birkaç saniye bir aksilik olmuştuk ve yere yapışmıştık. Kafamı zorla kaldırdım. Gözlerim Eyko’yu arıyordu.
Eyko neredeydi?
Ah, Eyko buradaydı. Ama ne yapıyordu?
Birinin ayakkabısını yalıyordu. Ha?
Birisinin ayakkabısını yaladığına emindim.
Dili dışarıya çıkmış, bir adamın ayakkabısının üzerinde geziniyordu akan salyası adamın ayakkabısının üzerinde salya birikintisi oluşturmuştu.
‘’Eyko ne yapıyorsun?’’
derken yanına doğru koştum.
Galiba, telefonumun flaşı patladığında dengemi kaybetmiş ve yere yapışmıştım. Eyko’da düşüşün etkisiyle hemen arkamızda durmakta olduğunu fark etmediğimiz bir güvenlik görevlisinin ayaklarına kapanmıştı. Adam iğrenerek Eyko’yu itti.
Sersemlemiş olan Eyko’nun koluna girdim ve sonunda gelmiş olan tur servisimizin arabasına onu bindirdim. Güvenlik görevlisine gülümseyerek ''Ihıhııh, we are tourist sorry'' diyerek kurduğum bir kaç saçma sapan cümleden sonra utançla aracın içine doğru koştum.
‘’Ne harika başlangıç ama!’’ diyerek sızlandı Eyko.
Gülümsemeye çalıştım ve
‘’Merak etme, bundan sonra sana söz verdiğim gibi her şey mükemmel olacak. Rüya gibi bir yıl geçireceğiz!’’
dedim. Tabi söylediğim şeyin doğruluğundan kendim bile emin değildim.
Tur servisi bizi otellerimize bıraktığında ikimizde ancak kendimize gelmeye başlamıştık.
‘’Acıktım demiştim, bir şeyler yemeliyiz’’ dedim Eyko’yu dürterek. Eyko artık her zaman aç oluşuma alışmıştı ve isteğimi kabul etti.
Bilmediğimiz seyyar bir kore restoranına kendimizi attık.
Ah, işte bunun başımıza geleceğini biliyordum.
Burada kaldığımız müddet boyunca en çok zorlanacağımız konu kesinlikle lisan farkıydı.
İkimizde iyi seviyede İngilizce biliyor olmamıza rağmen halkın çoğu İngilizceden bihaberdi.
Çok acıkmıştım ve nasıl sipariş vereceğimi bilmiyordum. Hemen yanı başımızda oturan yaşlı çiftin yediği eti gözüme diktim, bulgogi’ye benziyordu. Eti garsona işaret ederek bunu istediğimizi belli etmeye çalıştım. Garson anladığını belli etti.
Siparişler umduğumuzdan da çabuk gelmişti. Hızlıca ete yamulduk. Bir çırpıda bitmişti.
Hesabı ödemeden önce yemek tezgâhına yaklaştık. Çeşit çeşit etler, pirinç pilavları, fasulye yemekleriyle bezelyeliydi.
Yemekleri yapmaktan sorumlu yaşlı kadına az buçuk korecemle ne eti yediğimizi sormaya çalıştım. Daha önce yediğim hiçbir şeye benzemiyordu.
Cümleyi muhtemelen devrik ve yanlış kurmuştum ama kadın anlamıştı.
Ağzını kocaman açtı ve dişlerini göstererek gülümsedi. Ardında arkasında asılı hayvanı gösterdi.
BU
BU NE
BU NE LAN?
Eyko ile birkaç saniye bakıştıktan sonra ikimizde aynı anda bağırmaya başladık. Boğazıma parmak atıp kendimi kusturmaya çalışıyordum, Eyko ise dilini elindeki peçeteye sürüyordu.
Köpek, köpek yemiştik.
Köpek.
Eyko gözlerinden akan gözyaşlarıyla bana döndü.
‘’Eve dönmek istiyorum’’
Bu sefer bende ona katılıyordum.
‘’Ben de’’