Yağmurlu bir pazartesiydi. Gökyüzü gri, ağaçların yaprakları ise yürüdüğüm parkta ayaklarımın hemen altında eziliyorlardı. Yağmurun kokusunu içime çekerek kimsenin bulunmadığı eski parkta yavaş adımlarla yürüyordum. Sırtımdaki kemanın telleri arasıra kutuya çarparak ses çıkarıyor, yağmurun sesi ise kulaklarıma bir şarkı gibi fısıldıyordu . Siyah kabanımın ceplerine soğuktan donan ellerimi soksam da hâlâ üşüyordu. Bugün orkestraya son provamızı yapmak üzere gidiyordum. Yarınki konsere bir sürü izleyicinin katılacağını Mark'dan duymuştum.
Konservatuvarda 4.sınıf olmak çile çekmekten başka bir şey değildi. Bir ayda belki de onlarca konser oluyordu. Çoğu zaman solo kısımları bana vermelerinden mutluluk duysam da, bazen herkesten daha çok çalışmak beni yoruyordu.
Parkı geçtikten sonra konservatuvarın uzaktaki kasvetli binası görüş açıma girmişti. Çoğu zaman burası bana Hogwartsı andırıyordu.
"SOO MİN!!"
Arkamdan gelen yüksek ses düşüncelerimden uzaklaştırmıştı beni.
"Sabahın köründe ne bağırıyorsun, gerizekalı."
Sesin sahibi saygıdeğer pianistimiz Mark Lee'di.
"Amaan sen de hep böyle depresif havalardasın. Gün eğlenme vaktidir Soo Minciğim. Bugün son gün, kurtuluş günümüz."
6 aydır süren, şimdiye kadar en uzun çeken provalarımızın son günüydü bugün.
"Onun mutlu olduğunu ne zaman gördün, Mark?" Elindeki fülüt kutusu ve bıkmış bir ses tonuyla ekledi Ha Rin. Anlaşılan o da bütün gece son prova için çalışmıştı. Kimse dün gece uyumamıştı bundan emindim. Herhangi bir aksilik çıkarsa bizi bütün bir gün burada tutacaklarına emindik çünkü. Bu yüzden bugün mükemmel bir iş çıkarmalıydık.
"Günaydın, Ha Rin." kısa bir selamlaşmanın ardından sessizce yürümüştük yolu birlikte. Tabii, sessiz dersek ona. Mark Shreekdeki eşek gibi durmadan konuşuyor, sabahın köründe kafamızı şişiriyordu.
"Ay bi sus artık, Mark ya. Daha saate bak. İnsaf azıcık." Ha Rin sinirle solunda duran bedene bağırdı.
"Yok yani o gerizekalı kız yine yanlış yaparsa o yayı iki gözünden birine saplayacağıma çok eminim." Mark yine birilerini çekiştirirken, binanın bahçesine varmıştık. Konservatuvarımız bana istemsizce 19.yüzyıldan kalma zengin bir ailenin malikenisinin bahçesini andırıyordu. Aslında oldukça karamsal bir havası da vardı.
"Siz önden gidin, ben geleceğim şimdi." Mark bahçenin tam ortasında duran kadın heykeline belini yaslayıp, cebinden sigarasını çıkardı.
"Az iç o zıkkımı." Ha Rin herzamanki gibi söylenerek, binaya doğru ilerledi.
Birkaç saniye duraksayıp, artık görüşümü engelleyen gözlüğümdeki yağmur damlalarını silmek için kabanımdan mendilimi çıkardım. O sırada aklımda bir yerlere gözlüğümü değiştirmem gerektiğini not ettim.
"Soo Min." Mark dudaklarının arasında duran sigarayı yakmadan önce beni çağırdı. Zehirli dumanı içine çektikten sonra, sağ elini çakmağı ile birlikte siyah şişme montunun cebine sokmuş, sol elinin parmakları arasında ise sigarasını tutmaya devam etmişti. Birkaç saniye beni bekletişinin ardından dumanı dışarıya üfleyerek, gözlerini benimkiyle birleştirdi. Biraz ciddiydi ve konunun ne olacağını az çok tahmin edebiliyordum.
"Ablam seansını kaçırdığını söyledi."
Ah, evet tam da bunu bekliyordum işte. İsabet etti.
"Galiba bunun önemini anlamıyorsun, Soo Min. Daha kaç kez bahaneler uydurarak gitmemeyi planlıyorsun?"
Ellerimi sıkkınca ceplerime yerleştirip, derin bir nefes aldım. Bu konuşma boğucu bir hal alıyordu.
"Gideceğim... Yakın bir tarihte."
Mark sigarasını dudaklarına götürmemek üzere uzaklaştırdı ve bedenini tamamen bana çevirdi.
"Bu senin düzelmen için ama bunu bile kendine yapamıyor musun? Tek yapacağın şey o evden dışarı çıkmak. Şu konservatuvar olmasa biliyoruz bütün gün yatağından çıkmadığını." Kaşları her saniye biraz daha sinirle çatılırken, içimdeki suçluluk duygusu da büyüyordu. Aslında bu suçluluk duygusunu kendime duymuyordum bile. Benim için üzülen, iyiliğimi isteyen insanlar içindi bu. Ben asla kendime üzülmezdim çünkü. Kendime yaptıklarımdan da suçluluk duymazdım. O yüzden rahatça hisslerimin kime veya neye ait olup olmadığını belirlerdim.
Mark sigarasını yere atıp, ayağı ile ezdikten sonra derin bir nefes aldı. Karşısında diyecek bir şey bulamıyordum çünkü haklıydı.
"Geriye doğru savrulma, Soo Min." yanımdan geçip giderken, pişmanlık da omuzlarıma yük gibi yerleşmişti. Kendim için mi yapıyordum, yoksa başkaları için mi? Her hafta seanslara gitmek benim seçimimdi. Yıllar önce verdiğim bir seçim. Kendim için değil, annem istedi diye.
Birkaç dakika okulun bahçesindeki kadın heykelini boş boş izledikten sonra, içeri girmeyi akıl ettim.
Prova beklenenin üstünde iyi geçmişti lakin bir o kadar da yorucuydu. Yarınki konser için orkestra şefimiz birkaç şey tembihleyip, gidebileceğimizi söyledi.
Derin bir iç çekmenin ardından, kemanımı ve yayımı kutusuna yerleştirdim. Bazen bazı günler ne yapacağımı bilmez ve bunun beni üzmesine izin verirdim. Genellikle aktif bir hayatım yoktu ama boşuna yaşıyormuşum gibi hiss etmekten nefret ederdim.
Yaşamam için bir nedenim yoktu gerçi.
"Bara gelmek istiyor musun?" Ha Rin benim aksime çoktan beresini ve montunu üzerine geçirmişti.
Kemanımın kutusunu kapattım ve kabanıma doğru ilerledim. "Ne barı?"
"Mark'ın geçen gittiği barda arkadaşının grubu çalacakmış."
Benim hakkımda bilinmesi gereken şeyler sırasında ilk üçe yerleşecek bir bilgi verseydim, o da rock müzikten nefret edişim olurdu.
Kabanımın önünü kapatma gereği duymadan keman kutusunu sağ elime aldım.
Ağzımı açacakken Mark, elleri ceplerinde Ha Rin'in yanında durdu. "Aman, o beğenmez öyle şeyleri. 'Rock müzik, müziğe hakaret' sonuçta!"
Gözlerimi devirip, Ha Rin'e döndüm. "Geliyorum."
Mark'ın kendinden emin ifadesi saniyeler içinde yok olurken, alayla gülümsedim.
"Sırf bana inat olsun diye geliyorsun değil mi?" Ha Rin önden durumdan oldukça memnun bir şekilde giderken, peşine de geriye kalan ikimiz takıldık.
Dediği şeye omuzlarımı çekerken, düşündüm. Değişiklik yapmak düşündüğüm kadar kötü olamazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
afraid, lee donghyuck
FanfictionMutlu olmayı beceremeyen Soo Min ve onu mutlu etmeye çalışan Donghyuck'un hikayesi. ©xarashii | 2021