Her zamanki gibiydi evin girişi. Derim, bu buz gibi havanın etkisinde genleşmişti adeta. Hissedebiliyordum. Dokularım uzun bir sürenin ardından tekrar harekete geçmişti. İrkildim. Soğuğa alışmak için bir süre kapının pervazında bekledim. Çoğu varlık için ürkütücü olabilecek sessizlik benim hayatımın vazgeçilmez parçasıydı. Sükût yavaş yavaş ısıtıyordu beni. Adımlarımı ileri doğru attım. Ayakkabılarım gürültü makinesi olmuştu. Kulaklarımı tırmalayan tıkırtıları, beynimde fırtınaya dönüştü. Ritim denen şeyden eser yoktu. Dengesiz yürüdüğümün farkındaydım ancak bunu evdeki her kıpırdayışımda kulaklarımda hissediyordum. Beynimde. Zeminin cinsinden kaynaklı olmalıydı, bir de mekânın boş oluşundan. Köşeleri neredeyse yok olmuş, kocaman altın sarısı ve yıpranmış mozaik desenlere sahip, antika denecek kadar eski fakat değersiz, dikdörtgen saat içindeki özgürlüğü kısıtlanmış yelkovanın sürünüşünün beraberinde getirdiği ''tik tak'' sesleri dahi yankılanıyordu sofada. Daha fazla dayanamazdım. Ayakkabının susmayacağını anladığım zaman onun ağzını bantladım. Yelkovanımı dinleyebilirdim. Onun bir ritmi vardı. Ayakkabı ise benim uyumsuz, dengesiz adımlarım ile birlikte sadece ses kirliliği yapıyordu. Ağzını bantlamam iyi olmuştu. Bantları hep sevmiştim. Holde ileri doğru hareket ettim. Karşımda Da Vinci'nin pek ünlü eseri Mona Lisa'nın bir kopyası duruyordu. Daha önce tabloyla ilgili okuduğum hemen her metinde kadının ifadesizliğinden bahsediliyordu. Çok saçmaydı. Mona Lisa sinsice gülüyordu. Hain, kurnaz bir o kadar umursamaz ve evet sinsi bir gülüştü onunkisi. Bunu anlamak zor olmamalıydı. Biliyorum. Mona Lisa bana bakıyor ve yine o küçümseyen bakışlarına, umursamaz sırıtışına devam ediyordu. Bu manzara ilk kez bu kadar gözüme batmıştı. Dayanamadım. Koşar adımlarla üst kata çıkıp amcamı aramaya koyuldum.
Evimiz on altı odalıydı. Her zamanki gibi on beş odanın kapısı aralıktı. O gün 15 Aralık'tı. O gün on beş yaşında idim. İlk kez on beştim ve son kez on beştim. Bendim, son kez bendim. Kapısı aralık olan odalara tek tek bakındım. Amcam yoktu. Seslenmek istedim, olmadı. Mekâna hâkim olan sessizliği bozmak benim haddim değildi. Bekledim bir süre ben de. Gözüm aynaya ilişti. Ufak bi' parıltı dikkatimi çekti. Yaklaştım. Aynanın sağ üst köşesinde minik ancak oldukça fazla, kırmızı, damla damla lekeler vardı. Claire Hanım temizliği kusursuz yapardı oysa. Evin her bir köşesini defalarca kez temizler, paklardı. Belki yeni olmuştu bu ''parıltı''. Kan kırmızısı biçimsiz şeyin boya olduğunu düşündüm önce. Bana ait olamazdı. ''Belki amcamındır.'' diyecek oldum bir an ancak çok sevgili Opus'un(!) boyayla, badanayla, resimle işi olmazdı. Onun genelde herhangi bir işi olmazdı zaten. Konuşmaz, pek fazla hareket etmez, kahkaha atmaz, gülümsemez, somurtmaz ya da başka hiçbir şey yapmazdı. Mona Lisa mı ifadesiz bir surata sahipti? Henüz Opus resmedilmemişti. Onun yaşam belirtisi gösterdiği tek nokta nefes alıp verişiydi ki kimi zaman bundan bile şüphe duyuyordum. Birkaç kez Opus uyurken onu izleme cesaretinde bulunmuştum -çok kısa sürmüştü- ölü gibiydi. Gibisi fazlaydı belki de. Ölüydü Opus. Her sabah tekrar yaşıyordu ve her gece tekrar ölüyordu. Bilemiyordum. Genç, diri bir bedeni vardı ancak içten içe yaşlanıyor gibiydi. Mumyalanmış bir ölü gibi. Neden bu halde olduğunu düşünmek için oldukça fazla zamanım olmuştu ancak varsayımlarımı doğrulamak imkânsızdı -hiçbir zaman ona soramadım- Islak mendil almak için tekrar aşağı kata, mutfağa inmem gerekiyordu. Merdivene yöneldim ve yavaş yavaş ilerledim. Etrafa çok daha dikkatli bakıyordum artık. Önünden geçtiğim her kapıyı tekrar tekrar açtım, sonuna kadar. İlk basamağa geldiğimde o kırmızı lekeden bir kez daha gördüm. Duvardaydı. Kırmızıydı ve parlaklığını yitirmişti. Aynadaki gibi damlacık şeklinde ve sıvı halde değildi. Ama biliyordum aynı kırmızı boyaydı. Duvarın birkaç yerinde daha bu boyaya rastladım. Islak mendil yetersiz kalacaktı iste o an Claire'ı aramak istedim. Sadece istedim. Onun ''dırdır''ını çekecek vaziyette değildim. Claire de tuhaf bir kadındı. Bu evde tuhaf olmayan ne vardı ki zaten... Her şeyi bırakıp odama gittim. Ayakkabıma baktım. Tek gözümle duvarımdaki geleneksel beyaz saate baktım. Sinirlendim. Girişte benim için çırpınan yelkovana ihanet edemezdim. Son kez saate bakıp camını kırdım, saatin içindeki ibreleri çıkardım. Daha sonra yattım. Düşündüm. Bol bol düşündüm.Bir süre sonra kalktım. Birkaç saat sonraydı belki. Belki birkaç gün geçmişti, belki bir hafta, belki iki. Bilmiyordum. Ayaklanacak oldum. Ancak gücüm yetmedi. Sanıyorum açlık ve uykusuzluk belirtileriydi. Komodinin üstünde, çerçeveli fotoğrafın yanında duran bir bardak suya uzandım, içtim. Kendime gelmem epey vaktimi aldı. Düşüncelerim sonucunda bir karar almıştım ve bu kararımı hayata geçirecektim. Opus aklımda değildi. Unutmuştum. Aklımda sadece on altıncı kapı, on altıncı oda, on altıncı sır vardı. Bana bir türlü teslim olmayan o oda. Kapısı ötekilerinin aksine eski ve yıpranmış olan oda. Çatı katındaki oda. Tek oda. Kilitli olan tek oda. O odaya gidecektim, gittim. Anahtarını bulmam gerekiyordu önce, buna gerek kalmayacağı aklımın ucundan geçmezdi. Anahtar kapının üstünde idi. Anlam veremedim. Anlayamadım. Bugüne kadar geçirdiğim günleri tasnif ettim. Bu odanın önüne geldiğim her anı defalarca kez düşündüm. Beynim tarumar oldu. Yoktu, hiçbir zaman anahtar kapının üstünde yoktu. Opus'a birkaç kez yerini sormuş, beklendiği gibi cevap alamamıştım. Çekinerek elimi uzattım. Anahtarı kavradım ve çevirdim, tak. Kapı açıldı. Usulca ittirdim fakat kapının arkasında bir şey vardı. Kapı çok az aralandı. Sol gözümü dayadım ve içeriye odaklandım. Karanlıktı. Sadece kocaman bir karanlık hâkimdi. Kocaman boşluk. Uzay boşluğu gibiydi. Havasızlıktan olsa gerek çok feci bir koku vardı. Menhus koku ortamı etkisi altına almıştı. Kendimi kötü hissettim. Hiç hoşuma gitmedi bu. Yapmaya çalıştığım şey konusunda emin değildim. O oda bugüne dek kilitliydi. Bütün bunlar neden olmuştu? Vazgeçtim. Odaya bakmaktan vazgeçtim. Ah hayır, bu denli kararsız olmak bana göre değildi. Koşar adımlarla odama indim. Yatağımın sağındaki komodinin üçüncü çekmecesini hercümerç ettim. Sonunda minik el fenerini buldum. Yorgundum. Pelteleşmiştim -tam olarak bilmiyordum ancak uzun süredir yatağımda uzandığımın farkında idim yorgunluğumu buna bağladım. Hareketsizlik vücuduma iyi gelmemişti. ''Opus amca hareket etmeden nasıl yaşıyordu?'' Sahi Opus neredeydi? Onun için endişelenmeye başlayacaktım ki elimdeki fener gözüme ilişti. Şimdi endişenin sırası değildi. Bir görevim vardı. Onu yerine getirmeliydim. Yukarı çıkarken yanıma birkaç ağır eşya daha aldım. Taşırken çok zorlanmıştım, ah zorum neydi ki? Feneri yakıp içeriye doğrulttum. Sol gözüm yine iş başında idi. Ancak burnumu tıkamam gerekiyordu. Ciddi anlamda rahatsız ediciydi bu koku. Evet, içerisi taaffün ediyordu. Yine de dayandım. Hiçbir şey beni yıldıramazdı artık. Feneri aralık boyunca gezdirdim. Eski püskü eşyalar, aynalar, defterler, kitaplar, kumaşlar, kocaman bir sandık ve daha birçok şey vardı. Klasik bir çatı katı işte!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Monomania
Mystery / ThrillerEvimiz on altı odalıydı. Her zamanki gibi on beş odanın kapısı aralıktı. O gün 15 Aralık’tı. O gün on beş yaşında idim. İlk kez on beştim ve son kez on beştim. Bendim, son kez bendim.