yaşadığımız şehir bir metropol. gökdelenler ve asfaltlardan nefes almaya pek bir yer yok. sadece şehrin 7-8 km uzağında küçük ormanlık alanlar var . Ama yaşadığım yeri seviyorum. Kalabalığın hep bir acelesi var , eğer aceleniz yoksa durup izlemek , insanı ayrı dünyalara götürüyor. Göz alıcı ama çok fazla olduğu için güzelliğini kaybeden renkli dükkan tabelaları var sahi bir şeyi güzel yapan onun nadirliği mi yoksa niteliğimi ? birbirinden alakasız renk ve dokulara bezenmiş farklı boy ve ende yapılar çeşitliliğin ne kadar eğlenceli olduğunu hatırlatıyor , bence hepsinin ayrı bir kişiliği karakteri var. Gri ve kirli , sonsuza kadar uzanan yekpare ve pis asfalt yollarımız var. Geniş meydanlar, içini doldurup ta taşıran insanlarla o kadar küçülüyor ki ! Tıpkı kalp gibi ... bir kalbin içinde ne kadar fazla insan varsa o kalp o kadar küçülür , ferahlığını , büyüklüğünü kaybeder. Tek çıkış yolu gökyüzü gibi görünen çıkmaz sokaklar var. Bu koca şehirde en güzel olan ama en az değer gören şey gökyüzü...
Bir den yaptığım edebiyattan ayıldım. Kahretsin ! 2 durak kaçırmıştım ineceğim yeri. yürüyecektim artık. Aceleyle indim o şirin 2 katlı kırmızı otobüsten. Ah birde bu otobüsler var. Nostaljik ve hoş bir yanı var bu ihtiyarların. Fakat çok yakıt tükettiği için yürürlükten kaldırılacaklarmış. indiğim yerde ( şansa bakın ki (!) ) bir çiğ köfteci var , yaşasın ! ( yazardan not: evet bu çakma New York ta çiğköfteci var ) Girip en büyük dürümden ve jumbo ayrandan aldım. Ay şu an o kadar mutluyum ki. Tingiş tingiş falcının yolunu tuttum sonrasında.
Geldiğimde garson kapıda sigara içiyordu, gülümsedim. Kaşlarını çattı , mala bak sanki bir şey dedim. Şeytan diyor çarp ağzına bir tane.
İçeri girdim. İlk defa falcıya geliyordum . İçerisi sandal ağacı tütsüsü kokuyordu. Aida izin verse bende kullanırdım. Çok severdim böyle şeyleri , tütsüdür , mumdur. Büyük annemden gelmiş herhalde . O da severmiş . Kenarda resepsiyona benzeyen bir masa vardı. İçerisi loş tu her yerden kurutulmuş çiçek vb. şeyler sarkıyordu.rüya kapanları , önemli taşlar falan göze çarpıyordu. Masaya yaklaştım "kimse yok mu ?" diye seslendim içerideki odadan biri çıktı. Karşıma geçti ve gözlerini gözlerime dikti. Tuhaf bir göz rengi vardı mor? yada eflatun? evet evet eflatun gözleri vardı.
-Gözlerime mi baktın güzelim?
-Ha ?
- Ney vardı senin?
Rastalı uzun saçları yanık bir teni ve "eflatun" gözleri vardı
- Eee randevum vardı benim.
-kimle ?
hemen telofonuma sarıldım. SS almıştım iyiki
-Harkas mış adı
- hımm
dedi ve beni süzdü
-ehh iyi geç otur bakalım şöyle
eliyle boş bir masaya yönlendirdi beni. geçip oturdum. eliyle " biraz bekle" işareti yaptıktan sonra içeri girdi ve koyu kırmızı kadife bir kutuyla döndü.
-Neden buradasın
e bu nasıl soruydu şimdi? bir arkadaşa bakıp çıkıcaktım ben hey allahım...
-Fal...
kaşlarını çattı . NEDEN HERKES KAŞLARINI ÇATIYO!
- eminmisin?
allahır delircem
- evet?
- uzat elini
elimi çatlak ellerine uzattım. ellerim ellerine değdiği anda büyük bir acıyla elimi çekmiştim. Onunda canı yanmıştı belli. ama onun eli anında morarmıştı. Kafasını kaldırdı gözleri koyu kırmızıydı ve parlıyordu
- bak amacın ne bilmiyorum. ama hiç bir şey bilmiyorsun belli. başına kötü şeyler gelecek . kaç git bu şehirden. bu ülkeden git ve saklan. ve bunu al.
elime kahverengi içinde küçük parıltılar olan bir kolye tutuşturdu
-VE ŞİMDİ DEFOL GİTBURDAN VE BİR DAHA GERİ DÖNME
Koşarak içeri gitti kapıya yollandım. Çoktan akşam olmuştu. durağa gidip beklemeye başladım.
"kaç git bu şehirden"
Otobüs geldi. geçip bir cam kenarına oturdum. Kafam tam takır kuru bakır bomboştu. aklımı toparlayamıyordum. Kulaklığımı takıp müzik dinlemeye başladım. kafamı cama yasladım. ve gözlerimi kapadım....