İnsanların zaafları vardır. Hoşgörü gösteremeyeceği, soyulmasına katlanamayacağı yaraları vardır. Bu zaaflar ne kadar hiçe sayılırsa, bu insanlar da o kadar kin dolar. Nefret besler. İntikam için gün sayar. Soyulan yarası er geç, yeni bir kabuk oluşturacaktır. İşte o zaman; zaafına el uzatanın canını zaafından yakacaktır. Kendisinin canının ne kadar yanması umrunda değildir. Acının doruklarına ulaştırır o kişiyi. Ya ruhen, ya da fiziksel hiç fark etmez. Yeter ki canı yansın ister. Kendi canı nasıl yandıysa, kendisi nasıl çaresiz, terk edilmiş yetim bir çocuk gibi uyuması gereken gecelerde haykıra haykıra ağladıysa, o kişinin de en beterini yaşamasını ister. Neden mi? Çünkü zaaflar... Bir bebeğin şekerli emziği gibidir. Ya da annesinin süt dolu göğsü, babasının ona gelen sonsuz ilgisi ve kokusu gibidir. Bir insanın zaafına dokunursanız, o insan sizin zaafınıza dokunmadan ölmezsiniz. İşte burdaki sorun da şu, o insan sizin zaafınıza nefretle, kinle, intikam ateşiyle dokunduğunda ölmeyi dilersiniz ama ölmezsiniz. Yalvarırsınız ölmek için ama sanki bir kâbusun içindeymişsiniz gibi sesiniz çıkmaz. İşte bu sebeptendir ki, zaaflar çok dikkat edilmesi gereken bir zümrüt ya da elmas gibidir. Dokunursanız, zaafından vurursanız... Kazandım sanmayın. Savaş daha yeni başlıyordur.