omzuma dokunan kişi rolan'dı, yanındaki ise aelin. aelin biz onlara doğru dönünce ellerini şıklatıp ellerinden hafif miktarda bir ışıltı çıkarttı, bu onun 'süpriiz' karşılaması gibi bir şeydi.
"bilmem ki, öyle miyiz acaba?" dedi anaya bana bakarak. rolan ona uzun zamandır yazdığımız mesajlara cevap vermiyordu, yani bu da anaya tripli demekti.
cevap vermek için ağzımı açtığımda aelin konuştu."boşver uri, aşkböcüşlerinin kavgasından sorumlu değilsin."
aelin'in bu lafıyla kavganın yönü aelin, anaya ve rolan'a karşı olacak şekilde değişti.
ben arkadaşlarımın zararsız kavgasını gülerek izlerken gözüme bir şey- hayır, biri takıldı."cato?"
arkadaşlarımın yanından ayrılıp cato'nun peşinden gitmeye yeltendim ama, ismini duyar duymaz durdu. cato'nun kafası genellikle yere bakardı, ama şapkasının altından gözümün içine bakmasıyla nedense içimi bir tedirginlik kapladı. tehditkâr değildi, nazik bakıyordu. ama neden bu kadar ürpermiştim?"efendim?" dedi bana bakarak. kendimi tanıtmak için geldim, ona seslenip kaçarak kendimi buldum.
evet, efendim diyince koşa koşa kaçtım, ışık hızında. (ciddi anlamda.)
ben niye böyleyim ya?"sen demiş hoşlandığın çocuk sana efendim dedi diye ondan mı kaçtın?"
"ondan hoşlanmıyorum." diye cevapladım keone'nin sorusunu.keone, kum anlamına gelir. keone kumları hareket ettirebilir, şekil verebilir, hatta hava nemli ise cama bile dönüştürebilir.
kum sarısı saçı ile çoğu zaman etrafata güzeliği konuşulurdu, ama gücünü ustalaştıramadı yani çok da güçlü değil.
kendisiyle çok yakın olmasak da iyi anlaşırız, birkaç kez aynı sınıfa düşmüştük."hm, sen öyle diyorsan öyledir."
keone inatçı bir insan, düşüncesinin yönünü basit bir cevap ile değiştirmek zordur. aynı zamanda annesi bir kehanetçi olduğundan neredeyse her zaman haklı olduğunu düşünür, ama kehanet nesilden nesile geçen bir güç değil."öyle diyorum tabii ki." diye cevapladım ve sınıfa girip en arkaya oturdum. favori alanım, derste en çok kaynatılan alan denebilir fakat daha çok arkadaşlarım da orayı tercih ettiğinden orada oturuyorum. eşyalarımı yerleştirip kafamı kaldırdığımda hiç ummadığım birini gördüm.
cato, tanrım, bu çocuk tekerleklerini ne kadar yağlıyor? hiç ses çıkmadı resmen.
"geçende kaçtın da," diye bana endişeli bir şekilde baktı. sanki gerizekalı kardeşi ağaca çıkıp düşmüş de yine de kardeşi gibi endişeliyor benzeri bir durumdu bu.
gerizekalı kardeş ben oluyorum.
"evet, pardon.""huh? önemli değil." diye cevapladı. şaşkın bir şekilde bakıyordu, kaba görünmüyordu ama 'manyak bu' diye düşündüğünü hissedebiliyordum. sırama baktı ve ders programımı çekip aldı, ben ne olduğunu anlamadan programdaki büyükçe yazılmış sayıyı bana gösterdi.
geçen senenin ders programını almışım.
"bu geçen seneki, uri." dedi, benim gözlerime bakarak. adımı bilmesine bile şaşırdım aslında. demek ki ben de onun gibi ünlüyüm, ha?
kağıdı bana döndürüp tekrar konuştu.
"beden ile dil dersinin yeri değişti, pazartesileri beden var." kağıt kendine ters durumda olmasına rağmen ders programımın üstüne doğrusunu yazdı.
el yazısı... şaşırtıcı şekilde güzeldi."işte böyle." dedi kalemimi de programımı da sıraya bırakarak.
"sağ ol." diye mırıldandım, utanmıştım.
"önemli değil." diyip sırasına dönerken keone ile göz göze geldim.on-dan hoş-lan-mı-yor-um. işte o kadar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bosalamose
Ciencia Ficción"bencilsin." dedi fısıldayarak, sanki sözleri beynimin içine işliyordu. göz teması kurmazdı ve böyle kendinden emin görünmesi gözümü korkutmamış değildi. sanki- sanki o da benim gibi sevdiği bir şey uğruna savaşıyor gibiydi, kararlıydı. ama cato bir...