İhanet

102 10 1
                                    

Bu gece siyah ay dedikleri olay gerçekleşecekti. Ben de balkonumda oturmuş böyle olaylara meraklı olduğum için Ay'ın hareketlerini izlemeye koyulmuştum. Üzerimdeki polar ne kadar üzerimi ısıtsa da alt kısmım üşüyordu. Evim şehirden uzak olduğu için ne bir araba sesi ne bir kalabalık vardı. Bu yüzden aileme minnettardım. Yeni işime alışmış sayılırdım, ne kadar kafede garsonluk yapsam da hoşuma gitmeye başlamıştı işim. Babam hayatını kaybettikten sonra annemle birlikte bu eve çıkmıştık. Anneme de babasından kalmıştı bu ev. Evimizin etrafı ormanlık alanda sayılabilecek vaziyetteydi. Durumumuz fazla iyi olmasa da idare ediyorduk.

Annemin aşağıdan bana seslendiğini duymuş, başımı balkonun kapısını aralayıp içeri çevirmiştim. Ses gelmeyince yerimden kalkmıştım. Her zamanki anne olayları işte. Bir kez seslenince bir daha da cevap gelmezdi. Polarımı sandalyenin üstüne bırakmış, içeri geçmiştim. Kapıyı kapatarak yavaş adımlarla aşağı inmiştim. Mutfaktan gelen kahve kokularıyla dudaklarım kıvrılmıştı. Anneme arkasından sarılarak yanaklarına sulu öpücükler bırakmıştım. "Bunun için mi çağırdın beni? Ben de bir şey isteyeceksin sanmıştım..." Annem fincanı karıştırmayı bırakıp kahve fincanını bana uzatmıştı. "Taehyung bunu iç bebeğim, biliyorum meraklısın böyle şeylere ama üşütmeni istemiyorum." İşte benim annem böyleydi. Uzattığı kupayı almış, ellerimle çevrelemiştim. Başımı omzuna yaslayıp kokusunu içime çekmiştim annemin. "Seni çok seviyorum anne, çok teşekkürler." Babam aramızdan ayrıldığından beri daha da yakınlaşmıştık annemle. Saçlarımı karıştırarak dışarıyı işaret etti bana. Geç kalmamam gerektiğini söylediğini umuyordum. Gülümsemiş, yanından ayrılıp odamın balkonuna tekrar çıkmıştım.

Balkonun kapısını yine yarı açık bırakarak sandalyeye dikkatlice oturmuştum. Saçlarımı esen hafif rüzgar uçururken üstüme elimdeki kupayı yere bırakıp poları örtmüştüm. Kupayı tekrar elime aldığımda tekrar gözlerimi tek bir yere sabitlemiştim. Siyah Ay kendini daha henüz belli etmiyordu. Bakışlarım ağaçların arasından gelen hışırtıya doğru kaymıştı. Bir tavşan zıplayarak ağaçların arasından çıkmış, tekrardan ormanlığın karanlığına dönmüştü. Kahvemi yarıladığımı fark etmiş, derin bir nefes almıştım. Gördüğüm hareketlilikle renginin koyu griye döndüğünü anlamıştım. Elimdeki kupayı yere tekrardan bırakmış, oturduğum yerden kalkmıştım. Telefonumu cebimden çıkartıp saati yoklamıştım. Saat şu an gecenin biriydi. Yarın beni bekleyen işimi hatırlamıştım ama pes etmek yoktu. İçeriden duyduğum sesle başımı geri çevirmiş, annemin yatağa geçtiğini anlayarak başımı sallamıştım. Alt dudağımı dişlerken dirseklerimi balkonun demirlerine yaslamıştım. Hissettiğim soğuktan ötürü hiç uykum yokmuş gibi algılıyordum. Ay kendini iyice siyahına kavuşturduğunda heyecanla ellerimi çırpmıştım. Birkaç dakika boyunca izlemiş, artık uyumam gerektiğine kendimi inandırmıştım.

Arkamı dönmüş, içeri girecekken adımı duymamla irkilmiştim. Korkmuyor değildim ama ses tonunu tanıyordum. Balkondan baktığımda Jackson'ı görmüştüm. İşaret parmağımla susmasını işaret ederken göz kırpmıştı. Hızlıca içeri geçmiş, aşağı inip kapıyı sessizce açmıştım. Karşımdaki gördüğüm bedenle sevinmiştim. Kollarımı boynuna sararken yüzümü boynuna gömmüştüm. Kokusuyla mayışıyordum ama daha bu sabah birlikteydik.

Başımı boynundan kaldırdığımda elleri belime sarılmıştı bile. Gözlerinin içine bakarken birkaç adım geri gitmiş, belimdeki ellerini sıkıca tutmuştum. "Jackson bu saatte neden geldin ki buraya hayatım?" Jackson bana sırıtmış, gözleriyle Ay'ı göstermişti. "Haberin yok mu yoksa? Sözde böyle şeylerle ilgilenirsin. Bu bölgedeki mağaralardan zaman geçişleri oluyormuş, yani demek istediğim zaman yolculuğu gibi bir şey." Hadi oradan dedim içimden. Böyle şeylere inanasım gelmiyordu ama enerjiden kaynaklandığını düşünüyordum. Zamanı büküp başka zamana gitmek sadece enerjiyle alakalıymış gibi geliyordu. "Ciddi olamazsın, uykunu bırakıp buraya gelmişsin. İnanamıyorum sana..." Elimden sürükleyerek beni ormanın içine çekerken gözlerim şaşkınlıkla önümdeki bedeni inceliyordu. "Hadi Taehyung, hadi sevgilim inat etme de gel benimle. Merak ediyorum, birbirimizi cesaretlendirmemiz lazım."

Bu havada üzerime bile ceket almadan çıkmıştım. Ki nerede ne mağarası var onu bile bilmiyordum. İşe giderken sadece ana yola çıkan orman yolunu kullanıyordum. Ah, başımın belası sevgilim ne hallere düşürüyordu beni. Elindeki feneri açmış, önümüze tutarken sanki yolları ezbere biliyormuş gibi bizi birkaç dakika sonra bir mağaranın önüne çıkarmıştı. Aklım almıyordu, nasıl hemen eliyle koymuş gibi bulmuştu...? Dudaklarımı ıslatarak elinden çekiştirmiştim onun iri bedenini. "Buraya girmeyeceğiz, değil mi? Korkutma beni. Dönelim hadi gel." Beni cesaretlendirmek adına dudaklarıma yaklaşmış, dudaklarımızı birleştirmişti. Dudaklarımızı ayırdığında gözlerime direkt olarak bakıyordu.

"Merak etme güzelim, yanındayım bak. Sana hiçbir şey olmaz ben yanındayken." İşte salak kalbim birkaç lafına inanıyordu. O içeri adımını attığında ben de onu takip etmiştim. Mağara karanlık olması gereken yerde içerisi oldukça ferah ve aydınlıktı. Yerlerde sarkıtlardan akan su damlaları ufak bir göl oluşturmuştu. Mağarada hakim olan renkler belliydi; yeşil ve yeşilin tonları. Arada gözlerimi parlatan ışıklar geliyordu fenere bağlı olarak.

Jackson durmuş, suyun kenarında ellerimizi bırakmıştı. Ona anlamsızca bakarken kafam karışmıştı. "Bak bir şey yok işte. Öyle bir şey olmayacağını söylemiştim sana Jacskon." Bana birkaç adım atmış, ellerini bana sıkıca sarmıştı. Ben de ona sıkıca karşılık verdiğimde elindeki fener yere düşmüştü. Elleri benden yavaşça ayrılırken saçlarımı karıştırdım. Ben daha ne olduğunu kavramadan ensemin biraz önünden yediğim şırıngayla kaşlarımı çatabilmiştim. Bilincim açıktı ama bir şey yapamıyordum. Jackson'ın dediklerini duyabiliyordum. "Özür dilerim Taehyung, böyle olmasını ben de istemezdim."

Sırtımı dikite yasladığında baygın bakışlarımı etrafta gezdiriyordum. Jackson birilerini aramış, şu an mağarada olduğumuzu söylemişti. Telefonda her ne konuştuklarını bilmiyordum ama iyi bir şey olmadığı kesindi. Korkuyordum hem de çok korkuyordum. Jackson ilk başta üzerimdeki metal olan her şeyi çıkartıp bir kenara bırakmıştı.

Ne yapmayı planlıyordu...? Konuştuğu kişi kimdi? Aklım bunlardan çok annem tek başına ne yapacağıydı. Buradan çıkamayacağımı anlamıştım. Belki de ölecektim. Bunu düşünmemeye çalışıyordum. Su birikintisi olarak nitelendirdiğim yerin suyu gittikçe çoğalıyor gibi geliyordu ya da halüsinasyon görüyordum. Gözlerim mağaranın hafif delik olduğu kısımdan dışarı kaydığında Ay siyah olmasına rağmen ışık veriyordu mağaraya.

Jackson beni omuzlarımdan tutup kaldırdığında mağaranın soğuk suyuna bırakmıştı. Hiçbir şey yapamıyordum. Derinliğini bilmediğim bu suda dibe batıyordum. Ölmekti bu dedikleri sanırım. Gözlerimi kapatmış, olayın akışına bırakmıştım kendimi. En son gördüğüm suyun dibinin olmadığı ve duyduğum mağarada yankılanan sesti. "Ne evreninden bahsediyorsunuz? Sadece zaman yolculuğu olacağını söylemiştiniz..."

Selamlar.. Bu ilk kitabım ve kafam karıştı. Yanlışlarım vardır, kusura bakmayın. Biraz garip bir şeyler yazmak istedim ama ilerleyen zamanda bölümler daha uzun olur merak etmeyin. Şuraya görsel bırakayım bir de.

taehyungumuz böyle olacak düşünebilirsiniz, takıları çok seviyor başka özelliklerini sonraki bölümlerde söylerim

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

taehyungumuz böyle olacak düşünebilirsiniz, takıları çok seviyor başka özelliklerini sonraki bölümlerde söylerim...

The Black Moon | taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin