Dünyaya her gelen, şekillenmeye hazır bir hamur gibi geliyor. Peki bu hamurlar, hep usta ellere mi gönderiliyor? Yoksa, işini bilmez, en başta kendi şekli bozuk beceriksizlerin ellerine bırakılıverenler de var mı? Cevabı ne yazık ki biliyoruz; birçoğumuz, o hamurları güzel bir şekle sokmayı hiçbir zaman beceremeyecek olanların ellerine gönderiliyoruz, mundar edilip bir köşeye atılıyoruz.Ben... Tüm yeteneklerimin, tutkularımın tomurcuklandığı, sonra çiçek çiçek açtığı taptaze zamanları hatırlıyorum. Ne güzel şarkılar söylerdim; tüm notalar, tüm melodiler benimdi. Şarkı sözleri ağzımın içinde, aklımın içinde bahar gibi dans ederdi. Vivaldi'yle ilk tanışmam, coşkuyla ve tam duyarak dinleyişlerim... Sonra Tchaikovsky, Chopin, Bach, Mozart, Bethoven... Her birini duyardım, hissederdim, yaşardım.
Bir de resimlerim vardı. Renkler, boyalar, fırçalar, kalemler, kağıtlar; ellerimde görevlerini zevkle yapan mutlu nesnelere dönüşürlerdi.
Doğaya, dünyaya baktığımda; yaşanacak harika günlerin coşkusuyla içim pır pır ederdi ve gülümserdim.
Ama...
Öldürdüler beni.
Şarkılarım sustu. Renklerim soldu. Işığım söndü. Gülmelerim aptalca bir mutluluk taklitleri zincirine dönüştü.
Hayattan asla zevk almayarak, hatta acılar çekerek yaşamak zorunda olduğumu, kafama vura vura kabul ettirdiler. Severek yaptığım her şey suçtu. Eğlenmek, mutlu olmak günahtı. Çünkü ben, kökten dinci bir aileye gönderilmiş zavallı bir kız çocuğuydum.
Dindar bir aileye doğma lanetinin ne ağır bir şey olduğunu, yaşamayan asla bilemez. Hele de bir kız çocuğuysanız, o dinci ailede geçirdiğiniz her saniye bir ölüm demektir.
Daha okula bile gitmeyecek kadar küçükken, kızın kafasına örtü sarılır, güzelim saçlarının keyfini hiç çıkaramaz çocuk. Güzelliğini bilmesi ve göstermesi suç sayılır. Özdeğer, ayaklar altına alınmak zorundadır.
Zaten o hiç çocuk olmayacaktır. Doğduğu andan itibaren ona lanet olası bir kadın gibi bakılır. Her an ailenin başına iş açabilecek, kahrolası bir beladır o. O yüzden, saçları sımsıkı sarılarak, zavallı vücuduna biçimsiz, boktan giysiler giydirilerek, hilkat garibesi gibi ortalıkta utançla dolaştırılacak bir yüktür o.
İlkokulda ve sonrasında hiç doğru düzgün arkadaşım olmadı. Şaşırdık mı? Hayır. Herkes gezerken, oynarken, dinci aile kızına, eve kapatılıp misafir ağırlamak düşer. Herkes dersaneye, oyun salonlarına giderken, dinci aile kızının kaderi, evde onlarca misafir çocuğuna ve bir o kadar da kardeşe bakıcılık yapmaktır. "Hayat ne kadar sıkıcı..."
İlkokul biter bitmez Kur'an Kursu'na gönderiliş... Çünkü din, ne kadar öğrensen de asla yetmeyen bir şeydir! Ah, yaşıtlarım güzel giysilerle havalı okullarına başlamışken, üzerime geçirilmiş iğrenç bir pardösüyle onların arasından geçip gitmek ne kadar ağırdı, bilemezsiniz. İlk kambur duruşum, o zamanlar başlamış olabilir. Sanki vücudum eğilip içine doğru bükülürse, hiç kimse beni göremez gibi.
Bir sene kurstan sonra, beni okutup okutmama arasında karar vermeye çalıştıkları aşağılık zamanlar oldu. "Okutmamak" diye bir seçenek, bu çok bilgili, eğitimli, kültürlü geçinen ailenin, ciddi ciddi gündemindeydi. Sonunda çareyi, beni bir kız meslek lisesine yazdırmakta buldular da, biraz olsun sıyırdım. Kişiliğimle zerre örtüşmeyen bu ev hanımları okuluna şükretmek ve seviyemin altında yerlerde olmaya alışmaya devam etmek zorundaydım.
Sanki dincilikleriyle, evdeki kalabalıkla, çok önem verdiğim kişisel alanımın hiç önemsenmeyişiyle, maddi sorunlarla uğraşmak yetmezmiş gibi, bir de bağıra çağıra kavga edişlerini dinlemek zorunda kalıyordum. Ergenliğe girişim, onların çıldırmışcasına ettikleri, bitmeyen kavgaları arasında, aklımı kaybetmemle sonuçlandı. Her şeyden ve herkesten korkan, kişiliksiz ve yeme bozukluğu sahibi bir depresif oldum çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kendini Yaratmak
Non-FictionSancılı, zorlu ve uzun bir yaratım sürecinin sonunda, kendi gibi yaşayışı hak edişin kısa bir hikayesi.