Kilise kulesindeki saatin önünden geçerken epeyce geç kalmış olduğunu fark etti. Kolunun altındaki ders kitaplarını daha da sıkıştırıp, rehavet içinde tembelce attığı adımlarını sıklaştırdı. Ama az sonra vazgeçti bundan. Yaz gününün öğle sıcağı onu miskinleştirmişti ve Yunanca dersine zamanında yetişmeyi aslında önemsemiyordu. Boğucu bir hararetin yayıldığı kaldırımda kayıtsızca attığı ağır adımlarla okula doğru ilerlemeyi sürdürdü. Oraya varınca on dakika geciktiğini anladı ve içinden bir an geri dönmek geçti. Gelgelelim o gün masa başında dinlediği sıkıcı aile nasihatlerinin devam edebileceğini düşünmek öylesine tatsız geldi ki, kararlı adımlarla sınıfa doğru yürüyüp sert bir hareketle kapıyı açtı.
Aniden belirmesi bir hareketlenmeye yol açtı. Arkalardan üstünlük taslayan kıkırdamalar duyuldu, ön sıralarda da alaycı ifadeyle gülümseyen yüzler çevrildi ona. Kürsüdeki öğretmen de kendini beğenmiş bir gülümsemeyle bakıp aşağılayan bir tarzda, "Bir kez olsun zamanında gelmeniz bir mucize olurdu, Liebmann," dedi alçak sesle. "Geç kalma konusunda gösterdiğiniz çabadan ve sebattan başka işlerde tamamen yoksunsunuz."
Kıkırdamalar şimdi kalın ve bağımlı sesler eşliğinde bütün sınıfa yayılmıştı. Herkes dönmüş Liebmann'a bakıyordu.
Liebmann ne bir yanıt verdi ne de yüzünde bir kıpırtı oldu. Ancak keyifle gülen insanların önünden geçip yerine giderken soğukkanlılığını korumakta zorlanıyordu. Bu feci sahneyi ne zaman anımsasa, içi derin bir acı, bastırmaya çalıştığı çılgınca bir öfkeyle yanardı. Kitabını tamamen mekanik hareketlerle açtı, sayfa sayısına bile aldırmadan bakışlarını harflere dikti, ta ki harfler titreşen siyah daireler çizerek önünde dans edene dek dalgın dalgın baktı. Odadaki bütün sözcükler ve sesler beyninde bulanıklaşıp, kulaklarında çirkin bir şekilde çınlayan anlamsız gürültüye dönüştü. Her şeye karşı duyduğu kayıtsızlık üzerine kurşun gibi çökmüştü.
Oturduğu sıranın ön tarafında güneşin çizdiği küçük daireler oynaşmaktaydı. Zıplayan, neşe içinde sevinç çığlıkları atan çocuklar gibi rengârenk dönüyorlardı ve canlı renkler, yumuşacık beyaz eller gibi sıranın üzerinden kayıp gidiyordu. Liebmann bunlara ilgiyle bakıyormuş gibi gözlerini dikse de hiçbirini görmüyordu. Aklı başka yerdeymişçesine hayal dünyasına dalmıştı. Bir akşam önce yine bir rastlantı, yaşamını ayna gibi yüzüne tutmuştu. Dün, elinde ders kitaplarıyla eve giderken akranlarıyla karşılaşmıştı, hepsi üniversite öğrencisi ve teğmendi, onu bir zamanlar çok seven insanlardı bunlar, ancak o hâlâ ağızları süt kokan okul çocuklarının arasında oturduğu ve ruhsuz bir sesle anlatılan şu zırvayı dinlemek zorunda olduğu için ona tuhaf bir küçümsemeyle, sessiz bir kibirle selam vermişlerdi.
Boğazında öfkenin ve çaresizliğin alev alev yanan kahkahasını duyumsadı. Kendini küçük bir çocuk gibi yere atıp hüngür hüngür ağlamadığına şaşırdı adeta. Ya da ayağa fırlayıp bu insanların önünde yere tükürmediğine...
Acısını parçalara bölmeye başlayınca gitgide sakinleşti. Ancak yine en derin ıstırabın verebileceği feci bir soğukkanlılıkla parçaladı acısını. Yazgısıyla böylesine yapayalnız mıydı? Binlerce insanın aynı yazgıyı paylaştığını, yaşamında meydana gelen şeylerin her gün yaşanan bir trajedi olduğunu biliyordu, ama yine de daha önce kimsenin bu acıyı böylesine keskin hissetmediği duygusuna kapılıyordu. Şu dünyada ne çok avare vardı! Ancak en başı, kaldığı o ilk sınavı düşünmek ona sürekli ıstırap veriyordu. Şimdi on adım önünde oturmuş onu dikkate almayan şu öğretmen nasıl bir sorumsuzlukla sınavını geçirmemişti ona; üstünkörü aldığı bir kararla nelere yol açtığını yaşamı boyunca muhtemelen bir dakika, hatta bir saniye bile düşünmemişti hiç. İyiye gitmekte olan bir gelişmeye bir anda engel olunduğunun ve bir yaşamın zorla başka bir yöne itildiğinin belli ki üzerinde durmamıştı. Liebmann, ilk kez bir yılını kaybettiğinde uğradığı o değişimi çok iyi anımsıyordu. Aşırı ancak sonuçsuz çalışma isteği o günlerde ağır ağır zayıflamış, can sıkıcı bir lakaytlığa dönüşmüştü; edebiyata ve sanata duyduğu ilgi ansızın zorla kesilmiş ve bu darbenin acımasızlığını bedeninde en derinden hissetmişti. Çalışma azmi gitgide sönmüş ve zihni verimsiz düşlerin hayal dünyasında yitip gitmişti; bu düşler merkezine daima Liebmann'ı oturtuyor ve güçsüzlüğünden dolayı yaşamında asla erişemediği binlerce biçim ve kazanımla gözünü boyuyordu. O da böylece ağır ağır çökmeye ve avarelik yapmaya başlamıştı. İkinci kez bir yıl daha kaybettiğinde neredeyse hiçbir şey hissetmemiş, ancak çökmeye başladığını ve bunun önüne geçemediğini sezmişti. Yirmi bir yaşında hâlâ lise sıralarında oturuyor olmak, üstesinden gelemediği ve ona her şeyi unutturan tek acıydı. Sürekli olarak geriye bakıp bunun nedenini eşeliyor ve her seferinde tek noktaya, o rastlantıya, yalnızca bir rastlantı sonucu sınavdan kaldığı o güne dönüyordu. Zamanla bu düşünüp taşınmalardan karanlık bir fikir oluşmuştu beyninde; boş ve dayanaksız bir varsayımdı bu, ancak Liebmann'ın bunun bir rastlantı olamayacağı yönündeki hastalıklı ve şiddetli düşüncesinin kesinliğini mühürler nitelikteydi. Öğretmeni gizli bir kin, gizli bir neden yönlendirmiş olmalıydı. Bu inancın içinde kök salmasıyla birlikte kin, ruhunun en derinlerinden gelen başlıca ses olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ay Işığı Sokağı
Short StoryFransa'nın bir liman kentinin denizci mahallesinde gezinirken duyduğu arya söyleyen sesi izleyerek tanımadığı insanların marazi hayatlarına dalan bir gezgin; patronuna kölece bağlılığı yüzünden korkunç bir eyleme sürüklenen karanlık, itici ve yabani...