Buzun soğukluğu yüzüme yansımış gibi anılıyordum. Yüzü gülmeyen,her zaman donuk ifademle on binlerce insanın önünde performansımı sergileyip, ufak bir gülümseme kırıntısı bile göstermeden ayrılıyordum o buzun üstünden.
Peki ben kim miyim?
Ben buz prensi Wang Yibo.
Hayatım Çin'in kuzeyinde, soğuğun en yoğun hissedildiği yerde geçmesinden galiba hep donuktu ifadelerim,mimiklerim, kelimelerim. Fazla konuşmaz,gereksiz sözcüklerden kaçınırdım daima. Belkide ondan pek arkadaşım yoktu.
Yalnızdım.
Bütün çocukluğum buzların üstünde geçmiş, buz tutan gölün üstünde kaymak için sürekli evden kaçıp kendimi gölün en kalın tabakasının üstünde bulurdum.
Kaymak birazda olsa yalnızlığımı unutmamı sağlamışsa da bir zaman sonra birşeylerin eksikliği hep kalbimde yara olarak kalmış, sonrada tamamen buz tutmuştu bu küçük göl gibi.
Bedenim soğuk
Ellerim soğuk
Bakışlarım soğuk
Ve
Kalbim soğuk....
Bu yüzden ben buz prensiydim. Yalnızlığa alışmış belkide alışmak zorunda kalmış bir çocuktum. Tek başına bırakılmış umutlarım,mutluluğum sönüp gitmişti beni tek tek bırakan insanlar tarafından. Ne hata yaptığımı bilmeden terk edip gitmişti ailem dedikerim. Bilmezdim ben anne kelimesini, baba kelimesini. Dilim dönmezdi bu kelimelere. Kimseye söylememiştim ki ben bu iki kelimeyi. Beni terk edip giden insanlar bırakmıştı beni bir başıma. Daha ikinci sınıfa giderken başlamıştı kaybedişlerim.
Bu küçük yerde yaşayan bir kaç çocuktan biriydim ben. Diğerleri beraber parklarda, marketlerde gezerken, beraber ellerine aldıkları çeşit çeşit çikolataları yerken ben hep uzaktan izlemiştim çocukluklarını. O yüzden erken büyüdüm belki de. Yıllarca yalnız kalışıma alışmış, bir zaman sonra bütünleşmiştim onunla. Tek bir yürek olmuş gibiydim o yalnızlığın külleriyle.
Benim tek arkadaşım zorla ağlayarak, kendimi yerden yere vurarak babaanneme aldırdığım gölün buz tutmuş tabakasıyla aynı renk olan paten olmuştu. Evden kaçmalarım hep bu yüzdendi. Daha aşk nedir bilmeden aşıktım ben bu renge, içime işleyen bu soğuğa. Kaybettiğim mutluluğu bununla bulmuştum belkide. Aylarca tek başıma buzun üstünde ayakta kalmaya çalışmış, başaramayıp hep popomun üstüne düşüşlerimi görmüştüm.
İnat etmiştim. Her düşmemde daha da hırslanıp tekrardan kalkmıştım ayağa. Ellerimi iki yana açıp rüzgarın soğuğunu hissettiğimde tenimde, neden burada olduğumu bir kez daha anlayıp kalkmıştım tekrar tekrar ayağa.
Vücudumun bütün ağırlığını taşıyan bacaklarım, buzun üstünde süzülürken yüreğimi kaplayan o sevinç bütün bedenimi ele geçirmişti. Soğuğa zıt alev alev yanan avuç içlerim terlemeye, yüzüm kızarmaya başlamıştı.
Yalnızlığıma ortak bulmuş, bütün kırgınlıklarımı paylaşmıştım ben onunla. Beni almış götürmüş, bir kuş misali süzülmemi sağlamıştı. Sevmiştim, bu hissi öyle çok sevmiştim ki unutmuştum kalbime,bütün bedenime saplanan acıları. Unutmuştum beni terk edip bir başıma bırakmalarını. Ben Wang Yibo artık geriye bakmadan ileriye yürüyeceğime söz vermiştim bana bakan o yaşlı kadının son nefeslerini alıp vermesini izlerken.
Bir kez daha yalnız kalmıştım. Ben bu hayata yalnız kalmak için gelmiştim. Ben bu dünyaya acı çekmek için gönderilmiştim. Herşey istedikleri gibi olmuştu. Tanrıların yukarıda sefalarını sürerken ben sekiz belkide dokuz yaşında katlanmıştım acılara.