1347 kışındaydık. Sabahın erken saatleriydi. Bir türlü uyku tutmuyordu. Bir yandan baykuşların sesleri diğer yandan uluyan kurtlar. Bir ara lanetlendiğimi düşünmeye başlamıştım. Sonra bu lanetten kurtulmak için dua ettim. Kral Philip söz verdiği desteği gönderecek miydi. Bu baskıya daha ne kadar dayanabilirdim.
İşçiler sabaha kadar çalıştılar. Zarar gören surların bir kısmını onarmayı başarmışlardı ama kalenin büyük bir bölümü son saldırıda hasar almıştı. Bir senedir direniyorduk. Bir sonraki akın bizim sonumuz olabilir diye düşündüm. Sisle kaplanmış olan yaşlı nehre baktım. Düşman karşı kıyıda, sislerin ardında bir yerlerde hazırlık yapıyordu, bunu biliyordum. Onlar da yorgundu ve artık bu savaşın bitmesini istiyorlardı. Bunun tek yolunun da kalenin surlarının aşılması olduğunun bilincindeydiler.
Eski bir bilgenin söylediği sözler geldi aklıma. "İnsan yaşar ve zamanı geldiğinde de ölür. Kimileri yaşlı bir aslan gibi savaşarak, kimileri ise bir fare gibi korkarak." Hangisiydim bilmiyorum. Bir fare mi, yoksa bir aslan mı?
Gün ağarıyordu. Daha fazla dayanacak gücümüz kalmamıştı. Ne cephanemiz, ne yiyeceğimiz , ne de cesaretimiz vardı. Kral'ın söz verdiği destek kuvvetleri gelmeyecek olurlarsa bir sonraki saldırıyı atlatamayacağımız gün gibi ortadaydı. Bu gerçeği benim kadar, düşmanım Edward'da biliyordu. Günün ortalarına doğru adamlarımla bir konuşma yapmalıyım diye düşündüm. Evet isteyen buradan ayrılabilir demeliydim onlara. Çünkü burada benimle beraber kalanların yaşamak için pek fazla şansları olmayacaktı.
Ne kadar yazık. Oysaki bundan kısa bir zaman öncesine kadar Kralın en gözde adamlarından bir tanesiydim. Beni bu kaleye gönderirlerken bir daha ki görevimin valilik olacağını düşünmüştüm. Ne kadar yazık değil mi? Parlak bir kariyer umudu artık benim için hâyal sayılırdı. Bu kaleyi fethedecek düşmanlarım ise muhtemelen yaşlı ve şişman bir Dük ya da Lord olarak fazla yağları nedeniyle, ihtişamlı şatolarındaki yataklarında bir gece yarısı geçirdikleri kalp krizi sonucunda öleceklerdi. Bunları düşününce birden bire içimi bir huzur kapladı. Gerçekten de böyle bir ölüm benim gibi birine göre değildi. Ben kanımın son damlasına kadar kahramanca savaştıktan sonra en azılı ve saygı değer düşmanımın kılıcı ucunda ölmeliydim. Ölürken son sözlerim "Yaşasın Büyük Fransa. Yaşasın Kralımız!" olmalıydı.
Öğlene doğru tüm komutanlarımı çağırdım ve onlarla bir toplantı yaptım. "Her kim ayrılmak isterse ona karışmayacağım ve her kim kalıp savaşmak isterse bunu da memnuniyetle karşılayacağım. Şu anda size vaat edebileceklerim ne yüklü bir ganimet ne de rütbe olacaktır. Ama sizlere şerefli bir ölümü vaat edebilirim."
Bu konuşmamdan sonra adamların bir bölümü ayrıldı fakat konuşmam etkili olmuş olacak ki büyük bir kısmı benimle kaldı. Zaten bir çoğunun dönecek bir evleri ya da aileleri bile yoktu. Ölüm yaralı ve yoksul bedenlerine huzur getirecekti. Bunu bildiklerinden ötürü fazla da korkmuyorlardı zaten.
Kalan erzakı adamlar arasından paylaştırdım. Cephane sayımı da pek iç açıcı geçmemişti. Ama biliyordum ki bunlar, onurlu bir ölüm için yeterliydiler. Ben ve adamlarım hayatımız boyunca onurumuzla yaşamıştık. Tüm mücadelem sınırlarda geçti. Bir çok savaş gördüm. Germenlerle, Bretanyalılar 'la, İspanyollar'la, Portekizlilerle... Ölümün bir ingiliz kılıcıyla geleceğini az çok tahmin etmiştim. En iyisi de bu olurdu zaten.
Akşam olmak üzereydi. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Beklediğim destek birlikleri bugün de gelmemişlerdi. Yarın bir birliğin buraya geleceğinden emindim artık. Ama bu, destek birliği olmayacaktı. Karıma ve oğluma bir mektup yazdım. Karıma onu çok sevdiğimi ve oğluma da babasının bir kahraman olarak yaşadığını ve bir kahraman olarak öldüğünü anlattım. Çünkü bu mektup ellerine ulaştığında ben çoktan ölmüş olacaktım...
Tüm gece boyunca uyuyamadım. Gözlerim sadece bir tek noktaya kilitlenmişti. Düşmanımın geleceği yöne doğru bakıyordum. Gün doğduğunda sislerin ardında hazırlık yapan düşman gelecek ve son savaş başlayacaktı. Derin bir hüzün çöktü içime. Oğlumu ve karımı tekrar göremeyeceğimi düşününce biraz bunaldım. Sonra gün ışığının insanın içini ısıtan sıcaklığını tekrar duyamayacağım gerçeği ile sarsıldım. Ama tüm bunlar kısa bir süre sonra yerini dayanılmaz bir ölüm arzusuna bırakmıştı. Küçükken dinlediğim tüm hikâyelerde cesur şövalyeler son savaşlarıyla yüceleşirlerdi. Tabi ki pek çoğu da bu son mücadelelerinde kahramanca ölürlerdi.
Saat ona yaklaşıyordu. Kuledeki gözcünün borazanından çıkan o ince ses önce tüm bedenimin ürpermesine sebep oldu. Fakat ardından öfkem ve cesaretim yerine geldi. Ayağa kalktım. Ölümü karşılamaya hazırdım. Şövalye kıyafetlerimi kuşandım. Zırhımı giyindim. En şerefli mücadelem için sakladığım kılıcımı çıkarttım. Gümüş saplı çelik kılıcı elimde tutuyor ve ondaki yansımamı izliyordum. Bu kılıcı bana Kral'ın kendisi vermişti. Bana bu kılıcı verirken söylediği sözler hala hatırımda. "Bravo sana cesur şövalye. Sen gösterdiğin kahramanlıkla bu kılıcı hak ettiğini ispatladın. Umarım bu kılıcı en şerefli savaşlarında düşmanlarının kanıyla boyarsın."
Surların üzerine çıktım. Adamlarımın her biri bana bakıyorlardı. Önce onlara son bir konuşma yapmak geçti içimden ama vazgeçtim. Gözlerimi diktim ve sisin ardını görmeye çabaladım. Görebildiğim yalnızca bir kaç sandaldı o kadar. Bunlar düşmanın keşif birlikleriydi. Karalın destek birliklerini göndermediğini görünce rahatlamış olmalıydılar. Hemen geriye döndüler ve Lord'larına haber verdiler. Aradan yarım saat kadar geçmişti ki nihayet düşmanın donanması sisin ardından göründü. Henry geminin ön kısmında duruyordu. Yanında iki şövalyesi ve en çok güvendiği komutanları vardı.
Son çarpışma oldukça sert olmuştu. Yıkım için kaleye saldırmalarının önünde herhangi bir engel kalmamıştı artık. Adamlarım ve ben ölüm için hazırdık. Odama gelen gözcü Edward'ın bir elçi gönderdiğini söyledi. Elçi bir mektup getirmişti. Mektupta beş adamımla birlikte teslim olmam ve şehrin anahtarlarını vermem karşılığında halkımın bağışlanacağı aksi takdirde son bebeğe kadar kıracaklarını söylüyordu düşmanım Edward. Beni müthiş bir ikilemin içinde bırakmıştı çünkü savaşarak ölme arzumu O da biliyordu. Kabul etmezsem belki ben şerefli bir ölüm tadacaktım ama çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan halkım mutlak bir katliam yaşayacaklardı. Edward onurlu bir adamdı ve söylediğini her ne pahasına olursa olsun yapardı. Ben de dumanlı düşüncelerin ardından verdim kararımı.
Şafakta Calais'e son bir kez baktım. Serin ve mağrurdu. Atımı hazırlamalarını emrettim. Kale kapıları açıldı önümüzde. Ben ve adamlarım kapılara doğru at üstünde ilerlerken halkımın tek bir ağızdan haykırışlarını dinliyordum. "Saint Pierre! Saint Pierre! Saint Pierre!" Artık üzülmüyordum çünkü kendi sonumla bir çok başlangıca yol açtığımı biliyordum. Kim bilir? Belki de yüz yıl sonra bu gün bu savaşlar sona erdiğinde halklarımız bu beş kahramanın anısını yaşatacak bir abidenin etrafında toplanıp bu günleri yad ederler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KALE
Short Story1347 kışındaydık. Sabahın erken saatleriydi. Bir türlü uyku tutmuyordu. Bir yandan baykuşların sesleri diğer yandan uluyan kurtlar. Bir ara lanetlendiğimi düşünmeye başlamıştım. Sonra bu lanetten kurtulmak için dua ettim. Kral Philip söz verdiği des...