Artık bölümler yavaş yavaş uzayacak. Bu kurguyla ilgili kafamda çok ilginç fikirler var aslında. Kafamda dönüp duruyorlar. İlerleyen zamanlarda hangisini uygulamaya koyacağımı anlayacağız. Bunları konuşmak için erken farkındayım. Şimdilik tadını çıkartın bu tasasız tatlı anların. Sonradan çok ararsınız benden söylemesi :)
--------------------------------------------------------------
16 EYLÜL 1932 BERLIN-ALMANYA
Okulumdan çıkmış, beni alacak şoförü beklerken bir çocuk seslendi bana doğru. İlk başta yanlış duydum sanıp ilgili olmadım onunla. Elimde tuttuğum çantamı sallamaya başlamıştım. Çocuk pes etmeyip bir daha seslendiğinde ona döndü bakışlarım. Yaralanmış dizimden dolayı yaşlı gözlerim onun neşeyle parıldayan gözlerini buldu. Yıldızlar gibi parıldıyordu gözleri. Etrafına renk katıyordu sanki. Fakat benimkilerle buluştuğunda o yıldızlar titredi. Yolun karşısında duruyordu hala. Hızla geçen arabaları aldırmadan yola atlayıp bana doğru koştuğunda yüzündeki endişe okunabiliyordu. 'Neden ağlıyorsun?' der gibi bakıyordu gözleri. Bense ona hiçbir şey söylemeden geri önüme dönmüştüm. Gözleri dizime iliştiğinde neden ağladığımı anlar gibi bir ses çıkarmıştı. Kendi yırtık cebinden bir yara bandı çıkarmıştı ve gözlerime bakarak izin istemişti. Sessizliğimi evet olarak kabul edip canımı hiç yakmadan yapıştırmıştı yara bandını oraya. Renkliydi. Doğrulduğunda ise tekrar gülümsüyordu. Yıldızlar geri gelmişti. Bu çocuğun kim olduğunu bilmiyor olmama rağmen sıcak bir gülümseme vermiştim ona. Küçük olan konuşmak için ağzını aralamıştı.
"Beni tanıyor musun?"
"Hayır. Sen beni tanıyor musun?" Onu tanımıyor olmama üzülür gibi oldu fakat daha sonra hevesle beni tanıdığını gösterecek şekilde kafasını aşağı yukarı sallarken gülümsedi.
"Nereden tanıyorsun ki beni?" merakla sorduğumda ufak parmağıyla benim okulumun yanındaki binayı göstermişti. Yasak binayı.
"Seni oradan izliyorum."
"Ama neden?"
"Çünkü bahçede arkadaşlarınla oynarken çok güzel gülüyorsun." yüzündeki hafif tebessümle söylemişti.
Yanaklarımın kızarmasına engel olamazken teşekkür etmekle yetinmiştim. Ben ısrarla gözlerimi kaçırırken o da ısrarla gözlerime bakıyordu. Sinir bozucu bir çocuktu ama sevimliydi. Şoför iyice gecikmişti. Benim de hem dizim yaralıydı hem de yorgundum. Yıldız gözleri olan çocuk koşarak uzaklaştı yanımdan. 'Garip bir çocuktu. Neden geldi, neden gitti' diye düşünmeden edemedim. Yaklaşık 3 dakika sonra peşinden sürüklediği yırtık bir kartonla yanıma doğru koşarak geldi. Çocuk neredeyse hiç konuşmuyordu. O konuşmayınca benimde konuşasım gelmiyordu. Kartonu çimenlerin üzerine koydu ve elleriyle oraya oturmamı işaret etti. Ona yorulduğumu ve canımın acıdığını söylememiştim ama anlamış olmalıydı. Çok fazla beklemeden oturdum kartona. O hala ayakta bana bakıyordu ve saki oturmak istiyormuş ama çekiniyormuş gibi bir hali vardı. Gözlerimle yanımı işaret ettim. Oturmasına izin verdiğimi anladığında yüzündeki masum tebessüm daha da genişledi. İkimizde önümüze dönmüş oturuyorduk. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyordu. Ve soğuyordu da. Neden hala almadılar beni diye düşünüyordum. Unutmuş olamazlardı. Bu küçük ise ben gidene kadar gidecek gibi gözükmüyordu. Daha fazla kendini tutamayarak sordu en sonunda.
"Canın yanıyor mu?"
"Yanmıyor."
"Yalan söyleme bal gibi de yanıyor işte."
"Askerim ben canım yanamaz."
İkna olmamış gibi duruyordu."Babam yasakladı ağlamamı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SÖZ | Jikook
Fanfiction"Yanacakmışız. Tanrı bizim gibileri sevmezmiş. Ateşler içinde öldürecekmiş bizi. Senin canının yanmasına dayanamam ben." Korkmuyor olsam bile, onun gözyaşları için aktı gözyaşlarım. "Beni dinle. Gözlerime bak küçüğüm. Sen yanımdaysan, ateşin içine...