Upuzun zamandır yazmayı çok istediğim bir kurguydu. Cesaret bulup yayınlamak için fırsat kolluyordum resmen. Bu cesareti de bugün çok tatlı bir mesajla bulabildim. Aşırı heyecanlıyım ve kendime pek güvenmiyorum açıkçası. Karakterlerimizi tanıtmayacağım. Bölümlerde zaten açıkça tanıma fırsatınız olacak. Umarım her şey istediğim gibi gider ve beğenirsiniz. Bölüm sonu görüşelim. ^^
7 EKİM 1939 ORANIENBURG-ALMANYA
Polonya'dan ayrılıp Oranienburg'ta görevime devam etmemi isteyen babamdı. Onu kırmayıp geldiğim uzun süren yolculuğun ardından arkamda 10 SS subayı, önlerinde de ben tellerin etrafında yürüyorduk. Sachsenhausen kampının tellerinin etrafında... İçeriye doğru bakamıyordum. Kafamı öne eğmiş düşüncelerime dalmışken, bu zavallı insanlara çektirdiğim acıları düşünürken kendimi güçlü, yıkılmaz bir nazi askerinden çok, ağlarsa babasından yiyeceği dayaktan korkan bu yüzden bir damla yaş akıtmamak için kendini sıkan bir çocuk gibi hissediyordum. Her şeyden, hepsinden çok kirli hissediyordum. Toprak kazdırılan, pisliklerin içinde çalıştırılan mahkumların hepsinden daha kirliydim ben. Ellerim daha kirliydi, ruhum daha kirliydi, kalbim ise... kirlendiğine inanmak istemiyor oluşum onun artık temiz olmadığı gerçeğini değiştirmiyordu.
"Burası efendim." dikkatimin dağınık olduğunu fark etmiş olacak ki bunu söyledi. Subaya döndüğümde kafasını hemen yere indirmiş, gözlerime bakmamıştı. İnsanlar benimle göz teması kurmaz, saygıyı eksik etmezlerdi. Benden korktukları için mi? Yüksek ihtimal... Kafamı bu cehennemin kapısına çevirdiğimde ise, içlerinden biri hızlı adımlarla kapıdaki nöbet tutan askere kapıları açmasıyla ilgili emir verdi. Kapılar sonuna kadar açıldığında ise, bizi karşılayan yönetim binası oldu. Beyaz, pek büyük olmayan ve rengi hafif solmuş bir binaydı. Alan çok büyüktü ve yönetim kısmının arkasında bir sıra tek çekilmiş, tellerin arkasında insanlar vardı. Üç tane tahta vardı. Yan yana duruyorlardı. Orada olma amaçları apaçık anlaşılırken askerler insanların kollarından tutup sanki değersiz birer paçavraymış gibi bir oraya bir buraya sürüklüyorlardı. Çocuklar vardı... temiz, saf, siyah dünyadaki bembeyaz papatyalar... onların ne işi olurdu buralarda? Oyun parkında olmaları, arabalarıyla bebekleriyle oynamaları gerekirken burada toprak çapalamaya çalışmaları da ne demek oluyordu? Nefret ettim kendimden. Belki de yüzüncü defa. Utandım kendimden belki bininci defa. Ama durmadım, duramadım. Korkak herifin tekiydim çünkü. Hep öyle olmuştu ve böyle de sürecekti.
Etrafıma daha fazla bakmamaya çalışarak hızlı adımlarla beyaz renkli binadan içeriye girdiğimde babam beni kapıda karşılamıştı. Koskoca generaldi. Fakat buna rağmen beni karşılamış, özlediğini belirtmişti. Önünde saygıyla eğilerek selamımı verdikten sonra sırtımı sıvazlamış ve 'Nasılsın? Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?' Muhabbetlerinden sonra daha fazla beklememiş, gitmişti. Büyük odanın içinde beni vicdanımla baş başa bırakıp gitmişti. Korkaklığımla, ne yapacağımı bilemezliğimle bırakıp gitmişti. Perdeler kapalıydı ve açmaya yelteneceğim sırada kapı sertçe vurulmuştu."Girebilirsiniz."
"Teğmen Park, sayım için-"
"Geliyorum. Çıkabilirsin."
İnsanlar beni sert tavırlarımla, acımasız disiplinimle ve Polonya'da olan başarılarımla tanırlardı. Fakat en çok babam sayesinde. Generalin üvey oğlu olarak bilinirdim. Generalin, acıdığı için yetimhaneden aldığı 'çekik' çocuk... Askerlik kariyerim boyunca bu şekilde tanınacaktım. Henüz öyle sanıyordum.
Üniformamı ve kolumdaki kırmızı, saygı duyulması gereken bezi kontrol edip merdivenlerden aşağıya inmiştim. Binanın arka tarafında çok, çok fazla insan sıralanmış sayım için bekliyorlardı. Bükülmüş belleri, kirli yüzleri ve çıplak yara bere dolu ayaklarıyla hepsi zavallı görünüyordu. Bir tanesi kafasını kaldırıp bana baktığında düzenli durmalarını sağlayan askerlerden biri bir tokat vurmuştu kafasını aşağıya indirmesi için. Onlara göre bir kusurdu, bir saygısızlıktı askerlerle doğrudan iletişim kurmak, gözlerine bakmak. Rahatsız hissediyordum kendimi. Bu insanların arasında durmak rahatsızlık vericiydi. Onlarla benim bir farkım yoktu. Onlar bizim dediklerimizi yapmazlarsa öleceklerdi, ben ise partimin dediklerine itaat etmezsem ölecektim. Herkes ölecekti bir şekilde. Gözüme baksalar şuracıkta göz yaşlarına boğulmama sebep olacak insanların önünde durmak tarifi olmayan bir acıydı benim için. O yüzdendir ki yanımda duran subaya sayım emrini verdikten sonra odama çıkmıştım. Masamda yığınla duran dosyalar beni bekliyordu. Birkaç tanesini yanıma alıp şoförden beni kalacağım yalıya bırakmasını istedim. Uyku yoktu bu gece. Belki de burada olacağım her gece...
Yardımcı kız kapıyı açtığında o da bakmadı yüzüme. Bakmasını isteyemezdim. Benim de onun yüzüne bakacak cesaretim yoktu zaten. Topallıyor gibi gözüküyordu. Korku bedenini ele geçirmiş olacaktı ki kapı kolunu tutan elleri titriyordu. Eğildi saygıyla ve ardımdan kapıyı örttüğünde işlerine devam etti. Bavullarımın yerleştirildiği odaya gireceğim sırada hüzünlü bir mırıldanış geldi içeriden. Bu sesi tanıyor muydum? Bir iç çekiş... belki de yorgunluktu. Kim bilir ya da bıkkınlık? Ona rağmen huzur vericiydi. Bir süre dışarıda yumuşacık sesini dinledim. Tuttuğum kapı kolunu yavaşça aşağıya doğru indirdim. Beni duymadığı belliydi, şarkısını mırıldanmaya devam ediyordu. Bir yandan da yerleştirilmesini istediğim kitapları raflara diziyordu. Ses çok tanıdıktı. Bu hassas ve temiz ses ise, parçaları okyanusların en diplerinde olan kalbini hızlandırmaya yetmişti teğmenin. Yavaşça ve onu korkutmadan boğazımı temizlediğimde sesi birden kesildi ve titreyerek ellerini kafasına siper etti. İçim acıdı o an. Kalbimi hissettim uzun zaman sonra. Acıyla tekledi. Acıyla kıvranacağı zamanlar hatırlayacağım bu anları. Şükür edeceğim. Şu saniyelere bin şükür edeceğim. Kim bilir ne kadar acı çekmişti bu evde. Bir ses duyduğunda kendini korumaya çalışacak kadar acı... Nefesleri düzensizleşmişti. Bir tokat savurmamı, ya da bağırmamı bekliyordu görünüşe göre. Arkası bana dönük olduğundan yüzümdeki şaşkın ifadeyi göremiyordu. Bir süre bir şey demediğimde yavaş adımlarla yüzünü bana döndü. Titriyordu, gözleri ise kapalıydı. Ben hala ona karşı bir hamle yapmadığımda yavaşça araladı gözlerini...
İkimizin de sonu olacaktı o aralanış. Biliyorduk elbet. Biliyorduk... Pişman mısın diye sormayın. Pişman değilim. Lakin o haketmedi bunları. Ben hakettim ama o hiçbirini haketmedi.
Bakmasaydın bana, keşke haketmediğim yıldızlarını görmeme izin vermeden koşup çıksaydın buradan küçüğüm... tüm bunlar hiç yaşanmazdı belki. Tekrar sor bana, yine de seninle cehennemi sensiz bir cennete tercih ederim.-----------------------------------------------------------
Evet... geldik bölüm sonuna. 1000 kelimelik bir ilk bölümdü işte. Biliyorum kelime sayısı oldukça az ve bölüm tatmin edici olmadı. Fakat sizden biraz sabırlı olmanızı rica edeceğim. Bölümler uzayacak, olaylar gelişecek ve hep bu kadar sıkıcı kalmayacak. Jikook kısımları içinizi ısıtacak.
~dia
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SÖZ | Jikook
Fanfic"Yanacakmışız. Tanrı bizim gibileri sevmezmiş. Ateşler içinde öldürecekmiş bizi. Senin canının yanmasına dayanamam ben." Korkmuyor olsam bile, onun gözyaşları için aktı gözyaşlarım. "Beni dinle. Gözlerime bak küçüğüm. Sen yanımdaysan, ateşin içine...