giriş, perde 1 ve 2

4.2K 224 158
                                    

Hiç görülmemiş bir renk isterdim.

Kimsenin bilmediği bir kıtayı sahiplenmek, kimsenin duymadığı bir nota bulmak isterdim. Kimseye ait olmayan bir ad, kimsenin ıslanmadığı bir yağmur, kimsenin ölmediği bir savaş isterdim. Baştan başlayabilseydim eğer, hiç kirletilmemiş bir dünya çizerdim kendime. Dört duvar bir sandalye. Kendime doğru şeyler görmeyi öğretir, neye kör kalmam gerektiğini en başından beri bilirdim. Geriye sarabilseydim kimseyi almazdım içeri. Bu ev kalbim olurdu ve rutubeti bile rahatsız etmezdi.

Yapabilseydim.

Ama yapamam.

Çünkü hangi renkler sevişirse sevişsin, hiçbiri daha önce görülmemiş bir tona gebe kalamaz. Sahipsiz ad yoktur, tıpkı kimsenin ıslanmadığı bir yağmur ve duyulmayan bir nota olmadığı gibi. Ve her savaş kayıp verir, iç savaşlarınız da dahil.

Biliyorum. Her geçen saniye biraz daha eksiliyorum. Sarkacın tiktakları gibi, kum saatinin yığılarak biriken tepeciği gibi her şey, tek farkı azalıyor olmam. Benim saatim geriye sayıyor, sonsuzdan sayıyor. Birden sonsuza gitmenin bir sonu olmadığı gibi, sonsuzdan geriye saymak da bir yere çıkmıyor ama yine de benimle dalga geçiyor. En kötüsü de bu zaten. Tamamen biteceğimi bilsem dayanabilirim belki. Oturup sonumu bekleyebilirim. Üstelik her son duygulandırır şahidini. Bu böyledir, kuraldır. Piyesten nefret etsen de sonunda için sızlar çünkü bitmiştir. Son demlerini oynamıştır. Bu sana vicdanî bir acı verir. Alkışlar ve vay be dersin. Ne oyundu ama!

Benim ise bir sonum yok. Başımın olmadığı gibi, sürekli bir oyun bu. Perdeler kapanıyor, açılıyor. Kim izliyor bilmiyorum ama son bulmuyor işte. Kendimi sokaklarda buluyorum. Benim olmayan bahçelerden geçerken dizlerimi sıyıran dikenlere gülüyorum. Eve geldiğimde tüm bu çiziklere bakmak yaşıyor gibi hissettiren tek şey oluyor. Yine de çoğu zaman bir bahçe bulamıyorum. Bir kedim var. Bazen önünde diz çöküp beni tırmalaması için konuşmaya çalışıyorum onunla. Hadi, hadi Apollo... Hadi acı ver bana. Ancak yapmıyor, patilerini yalıyor sadece. Piç kurusu.

Dikenli bir bahçe bulamadığımda, kedim beni görmezden geldiğinde ve arayacak kimsem olmadığında ise aylar önce kırdığım aynanın önüne geçiyorum.

Her bir çizgiyi parmağımla takip etmek hatırlamak gibi hissettiriyor bana. Tam olarak o duygu değil ama anımsamak, bir şeylere tutunmak gibi. Kendi depreminden sağ çıkmak gibi. Evet, hatırlamıyorum ama tahmin edebiliyorum bu aynayı kırarken ne düşündüğümü. Belki de en büyük zelzelem buydu. Bilmiyorum. Kaç ayna kırdım bu evde, onu da saymıyorum.

Eskiden yazardım. Yazardım her şeyi. O gün hangi fırına uğradığımı, su faturasını ne zaman yatırmam gerektiğini, en sevdiğim rengi, pazar günleri dinlediğim şarkıyı ve daha nicelerini. Evim bu yapışkanlı kağıtlardan geçilmez olurdu. Türlü türlü bilginin yer edindiği kağıtların arasında küçücük kaldığımı hissederdim. Her yerdelerdi; koltuğumda, buzdolabımda, kedimin minderinde (hep üstlerine işerdi), laminatta, kapı zilinin üstünde (köşedeki pizzacının numarası), yatak başlığımda ve hatta balkon demirlerinde (çiçekleri ne sıklıkla sulamam gerekli?).

Sonra bundan nefret ettim. Bir şeyleri fark etmemi sağladı çünkü. Kağıtlara eksildiğimi, kağıtlara aktığımı, ben olmaktan çıktığımı fark etmemi sağladı. Bırak, dedim. Bırak ne olacaksa olsun. Azal azalabildiğin kadar. Başka bir dile dönüş. Kimse tanımasın seni. Belki o zaman başka biri olursun. Doğru ya, seni tanıyan bir kişi bile kalmadığında bambaşka biri olamaz insan? Tüm trajik filmler bunu oynamaz mı? Tüm şairlerin derdi bu değil mi?

Değildi. Sonradan fark ettim.

Bunların hepsi deli saçmasıydı. Bunların hepsi... Başka biri olma mevzuları, kendinden kaçmak falan... Üzgünüm Apollo ama sen nasıl sonsuza kadar aynı kediysen, ben de sonsuza kadar aynı kişiyim.

𝙘𝙞𝙧𝙘𝙡𝙚, 𝙩𝙖𝙚𝙠𝙤𝙤𝙠 ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin