hyunjin, arabayı sürerken mızmızlanıp duruyordu. az önce titreyen telefonuna cevap vermesine fırsat kalmadan telefonu felix tarafından elinden alınmış, torpido gözüne konulmuştu. sevgilisinin aramasını cevaplayamadığı yetmiyormuş gibi, felix tarafından anne nasihati tadında öğütlere maruz kalmış olması, sıkılmasına neden olmuştu. dikiz aynasından bakışları arka koltukta oturan arkadaşını bulduğunda kaşlarını kaldırarak seslendi.
"pst, jisung. minho hyung'a söyle de, jeongin'e burada arkadaş terörüne uğradığımı haber versin." cümlesinin sonunda yan yan felix'e bakmayı ihmal etmemişti elbette.
diğeri gözlerini devirdi, rengi solmuş gri saçlarını karıştırırken hâlâ hyunjin'e laf yetiştirmeye çalışıyordu. "araba kullanırken telefonla konuşamazsın hyunjin!" dedi sahte bir dehşet ifadesiyle. "canımızı tehlikeye mi atmak istiyorsun?"
aslında pek de bu gibi kuralları umursadığı yoktu, tek amacı arkadaşıyla birazcık uğraşmaktı ve istediğini de almıştı. hyunjin huysuzca homurdanarak yola döndüğünde keyifle sırıttı. telefonunun ön kamerasını açıp görünüşünü kontrol etti, hayli iyi göründüğünü inkar edemezdi, mütevazi olamayacaktı. saç boyası akmış, beyaza çalan soluk bir gri halini almış olsa da dalgalı biçimde alnına düşen perçemlerinin arasındaki soluk mavi tutamlarla uyum sağlıyordu. jisung'un fikriyle sprey boya uyguladığı saçlarının bu kadar iyi görüneceğini tahmin edememişti doğrusu. mavi lensli irisleri yüzünde dolaştı, makyajını inceliyordu. yalnızca sinemaya gidileceği için fazla ağır tutmamıştı makyajını, favorisi olan vişneli dudak parlatıcısı ile saçındaki boyalarla bir örnek göz kalemi haricinde bir şey yoktu yüzünde. çillerini kapatmamayı seçmişti.
"yeterince güzelsin, bin kere baktın aynaya sabahtan beri. beğenecek, merak etme."
hyunjin'in yumuşak ses tonuyla yanakları pembeleşirken telefonunu kapatıp cebine koydu. sinemanın önüne çoktan geldiklerini fark etmişti, arkadaşı park edecek bir yer ararken jisung da minho'yu arıyor, geldiklerini haber veriyordu. felix şaşkınlıkla camdan dışarıya baktı. sinema dediklerinde gelecekleri yerin bir açık hava sineması olacağını kesinlikle tahmin etmemişti.
arabadan inip ileride kendilerini bekleyen ikilinin yanına vardıklarında felix fark ettiği eksiklikle kaşlarını çattı. iki arkadaşı da sevgilileriyle sarılırken o boş boş kaldırım taşlarını izliyordu. tek kalmanın verdiği gerginlikle ekilmiş olmanın siniri ve utancı karışmıştı, kendisine selam veren jeongin'e yalnızca bir baş hareketi ile karşılık verirken yüzü asıktı.
arkadaşlarının peşinden açık havada sıralanmış koltukların olduğu alana ilerliyor olsa da canı geri dönmek istiyordu. burada olmasının bir anlamı kalmamıştı, buluşma saatinden beş saat öncesinden hazırlanmaya başlamasının bir anlamı kalmamıştı. aptalın tekiydi. ne sanıyordu, sahiden de bunun üçlü bir randevu olabileceğini mi? gerçekten bir defa seviştiler diye ilerisinin olabileceğine inandığı için aptal olmalıydı. bu kadar çabuk kapılan biri değildi felix, neyin değiştiğini anlamıyordu ama bu değişime karşı da koyamıyordu diğer yandan.
önünden yürüyen dörtlünün oturmasını bekledikten sonra en sağdaki koltuğa oturdu, hemen solunda minho vardı. chan'ın oturması gereken koltuğa baktı öfkeyle. elinden gelse koltuğu parçalayacak gibi bir hali vardı. minho sanki bir şey diyecekmiş gibi felix'e eğilse de büyük sinema perdesi aydınlandığında bundan vazgeçip yeniden önüne dönmüştü.
felix telefonunu çıkardı, sesini kısarken chan'dan herhangi bir arama ya da mesaj olup olmadığını kontrol etmişti ancak sonuç olumsuzdu. yanaklarını şişirerek ofladığı sırada birinin yanağını dürtmesiyle irkildi, sarışın genç bedenini koltuğa bırakırken utangaçca gülümsüyordu. felix, büyük olanın yüzünde ilk defa gördüğü bu ifadeyle dumura uğramıştı, aynı zamanda aniden beliriverdiği için de irkilmişti. kalbinin hızlanmasına bahane olarak bunu bulmuştu kendince.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kill our way to heaven [askıda]
Fanfiction"oysa birini severken kendinden nefret etmemek gerekirdi." • temmuz, 2020