O gittiğinde koridorda birkaç saniye öylece bekledim. Hafifçe silkelenip kendime geldiğimde kutunun üzerine yapıştırılmış teslimat fişinden daire numarasını aramaya koyuldum. 58 Numaralı daireyi bulmak için geniş koridorda gözlerimle şöyle bir turladıktan sonra yeşil paspaslı daire kapısına doğru ilerlemeye başladım. Parmağımı kapı ziline iki kez bastırışımdan sonra kapı açıldı, somurtkan suratlı küt saçlı bir kadın bayık gözlerle beni karşıladı.
"Merhaba. Jinhit Pizza, siparişinizi getirmiştim." dedim kadına gergince ve pizzayı ona uzattım. Bir yandan da kutunun kırışık köşelerini avcumun içinde saklamaya çalışıyordum. Kadın pizzayı elimden hışımla çekerek sinirli bakışlar atmaya başladı bana.
"Zahmet etmeseydiniz, biz açlıktan öldüğümüzde getirirdiniz!" dedi sertçe kapıyı çarpıp kapattı. Gürültüden dolayı istemsizce gözlerimi kırpıştırıp bir adım geri çıktım. Çok da takmadan geldiğim yere doğru ilerlemeye başladım, hem sinirlendiği için kutunun şekline şemaline bakmamış olması güzel bir şeydi. Böyle insanlarla çok karşılaştığım için artık bana normal geliyordu. İnsanların hayatlarında belki de bir daha görmeyeceği insanlara, çalışan olduğu için hakaretler ediyor olması başta beni şaşırtıp açıkçası biraz kırdıysa da artık alışkındım. Basit bir pizza dağıtım işinde bile gün içinde sarhoşundan zorbasına, üzgününden mutlusuna, bir gece geçirmeyi teklif edenlere kadar binbir türlü insanla karşılaşıyordunuz, bu yüzden artık bu tip şeyleri takmamaya alışmıştım.
Adımlarımı asansörün önünden olabildiğince hızlıca çekip merdivenlere yöneldim, bir daha asansöre binemezdim her halde. On iki katın on ikisini de merdivenden indiğimde çoktan kararmış havaya baktım. Üstümdeki siyah swatshirtün kapüşonunu başıma geçirip serin havayla yüzümü buluşturdum. Birkaç bloktan oluşan sitenin bahçesinden ilerleyip büyük kapıdan dışarı çıktım. Hem son teslimat olduğu için hem de zaten dükkana yakın bir yer olduğu için motosikleti almamıştım, bu yüzden kaldırıma geçip yokuştan aşağı yürüyerek metro istasyonuna doğru ilerledim.
Karanlıkta ışıklar saçan tünele vardığımda aşağı inip merdivenlerin sonundaki turnikelerin önünde durdum. Elimi arka cebime götürüp ulaşım kartımı aramaya başladım. Yok? Öteki cebimi aradım, yok?
"Sikeyim!" Boş istasyonda ağzımdan çıkan küfür yankılandı. Bir bu eksikti cidden. Kartımı dükkanda unutmuş olmalıydım ve oraya geri falan dönemezdim, zaten dönsem de kilitlenmiş olacaktı muhtemelen. Elimi cebimin derinliklerine atıp bir tane kağıt 1000 Won ve birkaç bozukluk çıkardım. Gişenin içinde elinde bir kutu kolayla uyuyakalmış, garip garip horlayan görevliyi ürkerek dürttüm. Adam daha büyük bir horlama sesi çıkardıktan sonra silkelenerek gözünü açtı.
"Ne vardı?" dedi sanki az önce uyumuyormuş gibi otoriter çıkarmaya çalıştığı sesiyle.
"Şey, ben kartımı unutmuşum sanırım. Tek kullanımlık biletlerden alacaktım." dedim elimdeki paraları ona uzatarak. Adam avcuma şöyle bir baktı, homurdanıp parayı elimden aldı. Önündeki masanın üzerinde duran küçük beyaz makinenin düğmesine bastı. İnce bir sesle çıkan kağıt parçasını alıp bana uzattı. Teşekkür ederek bileti aldım, turnikeden okutarak geçip istasyona tam anlamıyla girdiğimde bileti arka cebime üstünkörü tıkıştırdım. Bekleme banklarından birine oturduğumda metronun gelmesine üç dakika kaldığını görüp beklemeye başladım. Lanet bir gündü gerçekten, sabahtan çok iş yapıp zaten yorulmuştum bir de az önceki asansör olayı vardı. Böyle bir durumla çok sık karşılaşmıyor olsam da daha önce hiç bu kadar çabuk sakinleştiğimi hatırlamıyordum. Sesi kulaklarımdaydı sanki halâ.
Beyaz bir ışıkla aydınlık istasyon daha da aydınlandı, ardından gelen gürültüyle metronun geldiğini anlayıp yerimden kalktım. Kapılar açıldı; birkaç kişi indi, benimle birlikte orta yaşlı bir adam ve bir anne ile küçük kızı metroya bindi. Kendimi boş olan kenar koltuklardan birine atarak kafamı cama yasladım. Tıpkı onun omzuna yaslandığım gibi...