birinden hoşlanmak için her zaman onu tanımanıza gerek olmadığı gibi büyütülmeyecek bir yakınlaşma için de karşınızdaki kişinin kimliğini bilmenize gerek yoktur.
yanımda uzanan gencin kim olduğunu asla öğrenmek istemiyordum, onun hakkında az bilgim olması yalnızca güzel yüzünü ve bedenini kafamda yarattığım gibi bir kişilikle harmanlayarak ona olan arzumun katlanmasına sebebiyet veriyordu. asker olmanın belki de en değişik yanıydı bu ve bu değişiklik çoğu askerin düşündüğü gibi bana kötü de gelmiyordu. uzun zamandır bastırılmış arzuların uygun kişide şiddetle ortaya çıkması güzel hissettiriyordu. özlem üzerine kurulu bir ilişki yaşayamayacak olsam da özlemin ve sabretmenin en sonunda açığa çıkardığı şehveti güzelleştirdiğini itiraf edebilirdim.
yatakta hafif dikelmiş halde onu seyre dalmışken beklemediğim anda parmaklarıma kenetlediği parmakları ile eş zamanlı olarak açmıştı gözlerini.
"sen uyumuyor musun?"
benimkine tezat gençliğini yitirmemiş sesiyle doldu kulaklarım. yanındayken pekala konuşmak istemiyordum, gözlerimi her yerinde gezdirip ona dair düşünmek istiyordum. onun kadar etkilendiğim kimse olmamıştı. dokunuşları ile bu denli heyecanlandığım başka kimse girmemişti yaşamıma. kısacık süreceğini düşündüğüm yaşamıma ışık, kimsenin dinginliğini coşturamadığı kasıklarıma ateş olmuştu.
"anlaşılan konuşmayacağız..."
"eren..."
onun sol dirseği ile dikeldiği yatakta ismini söylesem de devamını getiremiyordum. yeşil gözlerinin önüne düşen kahve tutamlarını işaret parmağı ile kulağının arkasına aldı ve tüm bu süre boyunca da gözlerini gözlerimden ayırmadı.
açık pencereden esip gelen sıcak esinti yüzümüzü yalayıp geçiyordu. eski havasını koruyan bir odaydı burası. tuhaf desenli perdeleri, sarı duvarları, geçmişin tarzı ile döşenmiş eşyaları ve komidinin üzerindeki sol kısmı çatlak gümüş şamdanları ile odada bulunmak 30 yıl öncesine aitmiş gibi hissettiriyordu. dışarıdaki yapış yapış cehennem sıcağına rağmen serinliğini koruyan bu odada bulunuşum da onunla oluşum da on iki saati aşmıyordu.
parmaklarım arasından kurtulan parmakları kolumda gezinmeyi sürdürdü. kendine ait bir ateşi vardı ve sıcaktan nefret eden ben dahi onun temasına sahip olabilmek için tutuşuyordum. vücuduma dokunduğunda da tutuşuyordum ki bu da her haliyle beni yakmasına fırsat tanıyordu.
onu kafamda büyütmüş olmaktan, tanımamama rağmen dilediğim özelliklerle donatmaktan rahatsız değildim. tüm bu değişik huylarıma vâkıfmış gibi farz ediyordum onu, beni yıllardır tanırcasına ve beni ben olduğum için arzulamışçasına farz ediyordum. parmakları ufak dokunuşlarıyla kolumda gezinmeyi sürdürdü. onu izlediğimin farkındaydı, bundan etkileniyormuş gibi durmuyordu. ne isterse onu yapıyordu. parmağını dilerse kolumun en üst noktasındaki omuz kısmına taşıyor, dilerse oradan köprücük kemiklerimi okşuyordu.
birine sahip olma yöntemi benimkinden farklıydı, gözümle taramak bana yetse de onun için tek yol dokunarak hissetmek gibi duruyordu. zira yakınlaşmamızdan bu yana bana sonsuz istekle dokunmuş; bedenimin, yüzümün, karnımın, ellerimin, kasıklarımın her yerinde soluklana soluklana zaman öldürmüştü.
kimi zaman yumuşak yumuşak kimi zaman çabuk çabuk verdiği öpücüklerin altında kalmak, saç uçlarının tenime değmesi ile huylanmak, ve üzerimdeki akıl erdirilemeyecek etkisine karşı o işe yaramaz tekniklerim ile konuşabilmek adına gösterdiğim tüm çaba beyhudeydi. oysa boşa çıkan bu çabamı sezdiğinden beni sıcak öpücükleri ile telkin ediyordu.
yatıştıramadığım şehvet içimde büyüyor büyüyor ve benim için bir son olarak kabul edilebilecek tek yöntem de onun dudakları olarak bitiyordu. pembenin en sıcak tonlarında, en şefkatli, en tatlı dudaklar ondaydı. benimkiler yalnız 'dudak' adı altında geçiyordu ve zarif dudakları benim tütün kokan dudaklarımda ne bulmuştu bilmiyordum.
hassas biri olup olmadığımı sorsanız buna tek cevabım 'hayır' olurdu. yine de akşam vakti boynumu koklayarak tıraşlanmış ensemdeki saç bitimlerine öpücük kondurup durmaksızın fısıldadığında kulağıma, ben de tek çareyi kesik kesik ağlamakta bulmuştum.
ağladığımı fark ettiğinde sadece gülümsemiş ve nemli kısık gözlerimi sevmişti başparmağı ile... ona ait her şeyden çok etkileniyordum ve ilk defa tatmin olmak nedir bilmeyen ruhumun onun tarafından bayağılıktan arındırıldığını, nefis bir doygunluğa ulaştığını hissediyordum.
"bana sahip olduğunu söyle..."
sol avucuma kenetli sağ elini iki elim arasına hapsettim. varlığı gözümde büyümüş, büyümüş ve nihayet erişilmez olmuştu adeta. sıcacık avuçlarından bembeyaz boynuna, mis kokulu saçlarından hızlı hızlı atan nabzına değin öpücükler bahşetmek istiyordum ona.
"sana sahibim... eren gerçekten sana sahibim."
önceden hayalini bile kuramayacağım şeyler hissettirmişti bana. düşününce, naifliği odanın atmosferinin her katmanına sirayet etmişti. tuhaf desenli perde dahi oda dışarıdan gelen hava ile dolarken nazikçe salınıyordu. eski ambiyansından ödün vermezken bir o kadar da temiz olan bu odada, bu yarım gün geçirdiğim yerde kucağımdaki bedenle bir başıma olmak, başımı döndürüyordu.
"ne zaman gideceksin?"
o tatlı sesiyle konuştuğunda yüzünü incelediğimden açıkça söyleyebilirim ki hiçbir duygu taşımıyordu. dışarıdan bakıldığında ondan daha da duygusuz duran ben ise bu soruyla boğazımda bir yerlerde bir düğüm oluştuğunu, ağzımı aralasam da hiçbir ses çıkaramayacağımı hissediyordum.
her zamanki gibi sağ dudağı hafifçe yukarı kalktı. ince, güzel parmaklarını enseme götürdü ve o alımlı haliyle beni yeniden okşadı. ellerini çenemde gezdiriyor, kulağımın arkasından çenemdeki kemiği takip ederek dudaklarıma ulaşıyordu.
"sen istediğinde..."
konuşmamı beklemiyormuşçasına şirin bir şaşkınlıkla başını göğsüme yasladığında burada daha fazla kalmamı istemez diye düşünüyordum. benden gençti, yakışıklıydı, çekiciydi... üstelik bedenimi kavrayışında, dudaklarıma kapanışında bir erkekten beklenemeycek bir anaçlık hissediyordum. beni etkileyen tek yanı bu olmasa da beni her zaman böylesine gösterişli şekilde sevmesini umuyordum. onunla hoş bir doyuma ulaşmış benliğimi böyle avutuyordum.
göğsüme yaslı duran kafası rahat gibi duruyordu. parmak uçlarım altındaki uzun saçlarını okşadım. güzel vücudunda hiçbir keşife çıkamamış da olsam, her yanını aklıma kazımıştım. ve değil unutmak, şu andan sonra onu anımsamadığım an dahi olamayacaktı. aldatıcı duygulardan çok uzak halde titrer parmağımı yumuşak tenine dokundurdu. o yumuşak, narin, saf güzelliliği simgeleyen insanda kaldığı sürece aklım hayır, orduya da yüzbaşı olmaya da odaklanabileceğimi sanmıyordum.
"kendine haksızlık etmemelisin."
göğsümde hafifçe kıpırdadı. kısık gözlerimin üzerinde dolanmasından kaynaklı nazlı nazlı konuşuyordu. bu hali ise öyle bir cazibeli oluyordu ki dün geceden beri ilişki içerisinde olmamıza rağmen onu yeniden ve yeniden öpücüklere boğmak; hafif küstah, büyülü halini kendi varlığımla utandırmak istiyordum.
"gerçek ismimi hala bilmek istiyorsan, levi. levi ackerman."
boynuma gömülmüş, refahtan uzak kafası söyleyebildiklerim ile süratle doğruldu. bunun kadar basit bir şeye böylesine bir anlam yüklemesi şaşırtıcıydı. yıllanmış tenime, eski parlaklığı kalmamış saçlarıma, kısık mavi gözlerime, soğuk bedenime, sigara kokan dudaklarıma, erkeksilikten başka pek bir şey kapsamayan kokuma karşın beni bitmeyen öpücüklere boğmuş, sonlanmayacak sayıda okşamış, tükenmez sevgisiyle kalbimde ebedi bir meziyete ulaşmıştı.
"benimki eren jaeger. eğer değer vermek istersen..."
şu güne değin kimseye göstermediğim, göstermeyi düşünmediğim tebessümüm dudaklarımda yer edindiğinde o da tutkulu öpücüğümüzü başlatan bir sevgiyle dudaklarıma kapandı tekrardan.
o benim tek gerçek aşkımdı... ve ben onu belki değil sonsuza kadar sevecektim.
okuduğunuz için teşekkür ederim, hikayemiz burada sonlanıyor ·˙·
ŞİMDİ OKUDUĞUN
light of my life, fire of my loins (e&l) ereri-riren
Fiksi Penggemar"hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi...", hikayedeki tüm ilham lana'nın off to the races şarkısından ve eren levi ikilisinin birlikteliğinin estetiğinden alınmıştır.