Herkese merhabalar. Çok uzun bir süre geçtiğinin farkındayım. Ama aklıma bir fikir gelince dayanamayıp yazdım.
Çukur'un da oldukça fazla ilham aldığı Godfather'dan büyük esintiler taşıyan bir bölüm getirdim size. Umarım beğenirsiniz, yorumlarınızı bekliyorum. Keyifli okumalar.
"Bugün tam iki ay oldu." dedi Yılmaz. Oturduğu bahçe koltuğunda öne doğru eğilmiş, ellerini birleştirmişti. Bakışları yerdeyken düşünceli görünüyordu.
Kardeşinin cümlesine kafa sallamakla yetindi Azer. Onun aksine arkasına yaslanmıştı. Bir bacağını öbürünün üstüne atmış, birkaç gündür kötü giden havaların aksine bugün pırıl pırıl olan gökyüzünü izliyordu. Güneş tam tepedeydi. Yaz mevsiminin habercisi olan sıcak havaya rağmen kumaş pantolonu ve gömleği üzerindeydi.
İçine doğduğu hayat onun yaşıtları gibi kot pantolonlar, yakalı tişörtler, spor ayakkabıları giymesine müsaade etmiyordu. Belki bundan iki ay öncesine kadar öyle bir şansı az da olsa vardı. Ancak babasının ölümüyle birlikte ailenin başına geçmişti. Ailenin başına geçmek ise geride kalan tüm işleri de beraberinde getirmişti. Onların işlerinde üniforma şık ve pahalı takım elbiselerdi. Hangi mevsimde olurlarsa olsunlar başka seçenek yoktu. Yine de Azer bu çizgilerin olabildiğince sınırlarında geziyordu. En azından kravat takmıyordu ve gömleklerin de üstten iki düğmesini açık bırakıyordu. Bu onun kendince içinde bulunduğu duruma karşı çıkma biçimiydi.
"Bir yandan onun olmadığı her bir dakikayı bir gün gibi yaşadım. Bir yandan da, dile kolay, bu altmış gün nasıl geçti anlamadım." Ellerini ovuştururken sıkıntılı bir nefesi dışarı bıraktı Yılmaz. Kendinden büyük bir ablası bir de abisi vardı. Annesi de hala hayattaydı. Kendi omuzlarındaki yük onlardan daha azdı, farkındaydı. Yine de babasının yokluğunda abisine destek olması gerektiğini biliyordu.
Azer mizacı gereği ağır bir insandı. Çocukluğundan beri sorumluluklarının ve onu bekleyen hayatın bilincindeydi. Dolayısıyla bu ölüme de oldukça hazırlıklıydı. Yine de henüz çok gençti. Daha otuz bile olmamıştı, hala birkaç senesi vardı. Babasının yıllardır sorunsuz devam ettirdiği işlerin hepsinin altından tek başına kalkması zordu. Yapamaz mıydı? Yapardı. Abisi her türlü zorluğun altından kalkardı. Yeter ki ailesinin mutluluğundan bir şey eksilmesindi. Bundandı genç yaşına rağmen şakaklarındaki aklar.
Göz kenarlarındaki belli belirsiz kaz ayaklarına çevirdi bakışlarını. Abisi olduğu yaştan daha büyük görünüyordu. Bu kalıtımsal bir durum muydu yoksa abisinin çocukluğundan beri başına dert olmuş sorumluluk bilincinin yüzüne yansımaları mıydı, emin olamıyordu Yılmaz. Hem belki ailenin en büyüğü olmayabilirdi ama en küçüğü de değildi. Kendinden küçük iki erkek kardeşi vardı. Biri henüz liseye bu sene başlamıştı. Sonra yeğeni vardı. Evliliklerinin ikinci senesinde, ölen kocasının ardından yalnız kalmak istemeyip yeni doğmuş bebeğini de alıp annesinin evine dönen ablası vardı. Bir de Karaca vardı. Yılmaz'ın bu çatı altında kan bağı bulunmayan ama hiç şüphesiz en çok sevdiği insanlardan biriydi Karaca.
Yılmaz köprüydü: En ağır sorumlulukların ve acıların altında kalmışlarla içine doğdukları zor yaşamı yeni yeni fark etmeye başlayanların, hiçbir şeyi anlayamayacak kadar küçük olanların arasındaki köprüydü. Köprülerin yıkılmaması lazımdı.
Üstündeki bakışların farkındayken gözlerini parlak güneşten almadı Azer. Haziranın ilk günüydü. Yazın ilk günü. Güneşin tüm sıcaklığını teninde hissedebiliyordu. Doğanın olağan döngüsündeki bu mevsim geçişini kendi durumlarına yormak istiyordu. Yasları yeni yeni diniyordu. Annesi birkaç gündür siyah kıyafetlerinden vazgeçmişti. Ablasının gözündeki yaş biraz da olsa dinmişti. Kardeşleri artık daha az dalıp gidiyorlardı. Henüz iki yaşına girmemiş yeğeni bile daha az ağlıyordu. Halbuki en büyük oyun arkadaşının, dedesinin yokluğunu anlayamayacak kadar küçüktü. Herkes yavaş yavaş kendine geliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
CAMGEZER
RomanceHiç izleyemediğimiz ve belki de hiç izleyemeyeceğimiz AzKar hikayeleri...