"Hoş geldin."
Mikasa karşısındaki bedene çevirdi donuk bakışlarını. Bir şey hissetmeliydi belki onun yüzünü görünce ama kendisini bu kadar boş hissettiği bir an daha hatırlamıyordu. Gözlerini eşinin yüzünde gezdirdi. Savaştan kalma olduğu açıkça belli irili ufaklı yaraları arkadan beceriksizce topladığı saçlarından firar eden birkaç kahve tutam kapatıyordu. Yeşil gözleri onu son gördüğü günkü gibi ışıldamıyor, aksine ruhsuzmuşçasına ona bakıyordu. Omuzları da çökmüştü sanki bedeniyle birlikte. Bir cesedi andırıyordu.
"İçeri geçsene." En az birkaç dakika süren bakışmanın ardından karşısındaki oğlanın bir hamle yapmayacağını fark ederek tekrardan konuştu Mikasa. Kapının önünden çekildi ve diğerinin çizmelerini çıkarıp ayaklarını sürüyerek içeri girmesini izledi. Oğlan Amerikan tarzı mutfağın ortasındaki yemek masasına ulaşınca durup sandalyelerden birine bıraktı kendini. Ellerini saçlarından geçirirken derin bir nefes verdi, hâlâ tek kelime etmemişti.
Mikasa da çok beklemeden bir sandalye çekip oturdu onun yanına, yüzündeki ifadesizlik gitgide acımaya dönüyordu. "Berbat görünüyorsun, Eren." Herhangi bir duygu bulundurmayan sesi, bunun öylesine söylenmiş bir cümle olduğunu belirtir nitelikteydi. Zaten Eren de sessizliğini koruyup bir cevap vermedi.
Aynı evin içinde birbirine yabancı iki ceset gibilerdi. Onları dışarıda yan yana görseniz belki normal bir çiftt sanabilirdiniz ama ışıklar kapanıp yalnız kalındığında Eren ve Mikasa'nın ne ortak hisleri, ne ortak ilgileri ne de ortak fikirleri vardı. Geri kalan ömrünüzü geçireceğiniz kişinin anlaşabileceğiniz biri olması beklenirdi ve onlar belki de bu kavramdan en uzak ikiliydiler. Çocukluktan birbirini tanıyan iki yabancıdan pek de farkları yoktu şu an.
Evet, Mikasa zamanında Eren'e karşı bir şeyler hissettiğini inkâr etmiyordu ama bunun onu sevdiği için değil de Eren'i kurtarıcısı olarak gördüğü için olduğunu ve hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki yaşamadıklarını kabullendiğinde bu hisler solmuştu. Mikasa ailesini kaybettikten sonra Jaegerlarla yaşadığı süre boyunca bunun aksine inanmış olsa da Eren savaşa gittikten sonra geçen neredeyse üç yıl boyunca oturup bu konu hakkında etraflıca düşünme fırsatı bulmuştu. Dokuz yaşındaki bir çocuk olarak neredeyse satılacak bir mal hâline gelecek olması bir yana yine kendisiyle yaşıt olan ve birlikte üç kişiyi öldürdüğü biriyle nasıl normal bir ilişkisi olabilirdi ki. Şartlar normal değildi bir kere, belki bu olaylar hiç yaşanmasa ve o gün olması gerektiği gibi Eren babasıyla Ackermanları ziyarete gelmiş olsa Mikasa ona gerçekten romantik hisler besleyebilirdi ama onun hissettiği bu bağ, hastalıklıydı. Üç yıl boyunca bu gerçeği kabullenmeye çalışmış ve sonunda o bağı söküp atmıştı. Eren'le ilgili hislerinin üstesinden gelmek her ne kadar onu biraz boşluğa düşürmüş olsa da bunun doğru yol olduğuna emindi. Düşüncelerinden ayrılıp karşısındaki sandalyede oturan gence baktı. Genç dediysem de yirmilerinin ortalarındalardı işte, çok aldırış etmeyin.
Eren, nasıl desem, değişik görünüyordu. Zaten hiçbir zaman normal bir çocuk olmamıştı ama bu daha farklı bir şeydi. İnsanlar yaşadığı sürece öyle ya da böyle gözlerinin içinde bir duygu olurdu; bu sevinç, hüzün, umut ya da herhangi bir şey olabilirdi. Eren'de de vardı bu duygu, askere gitmeden önce hep umutla parıldardı esmer oğlanın gözleri, Mikasa gıpta ederdi onun bu umuduna. Ancak şimdi ne umut kalmıştı gözlerinde ne de başka bir şey. Zümrüt gözlerine sanki duman karışmıştı, solmuştu o umut.
Gerçi Mikasa onu suçlayamazdı. Savaş insanı çok değiştiriyor derlerdi hep; yıpratıyor, kahrediyor. Bunu sürekli çevresinden duysa da kendi gözleriyle şahit olana kadar pek aldırmamıştı ancak şimdi görüyordu. Savaş gerçekten yiyip bitiriyordu insanı, Eren'e baktığında görebiliyordu bunu. Ona karşı nötr olsa da acıdı biraz, elinden bir şey gelmeyişine de üzüldü. Yine de ona bu konuda hiçbir şey söylemedi. Eren de üç yıldan sonra evine geldiği o gün hiç konuşmadı. Sanki gözlerindeki bütün umutla beraber sesini de yitirmiş gibiydi, ağzını bıçak açmıyordu.
Akşam karanlığı çökünce yine aynı sessizlik içinde yemeklerini yediler, aynı sessizlik içinde kitap okudular, aslında sadece Mikasa okudu, aynı sessizlik içinde çift kişilik yatakta sırtlarını döndüler birbirlerine.
Gözlerine kapattığı anda duyguları bir anda geri geldi Mikasa'nın. Gün boyu arkaplana attığı düşünceler ve göğsünün ortasına oturmak için savaşan hisler hücum ediverdi birden bedenine. Dışarıdan tepkisiz olan bedeninin içinde sanki kıyamet koptu. Pişmanlık, üzüntü, bıkkınlık ve kafese kapılmışlık hissi karnında bir ağrı olarak geri döndü genç kadına. Mikasa lanetli olduğunu düşündü, büyüklerin gönlü olsun diye bir aptallıkla yaptığı evliliğin ve bütün benliğini bir savaşta kaybedip evine dönen eşinin lanetini hissetti her bir hücresinde. Ve kurtulmak istedi, kendini o kapana kısıldığı kuş kafesinden özgür bırakmak istedi. Aynı yatağı paylaştığı bu yabancıdan, aynı zihni paylaştığı bu hislerden, aynı kahrolasıca anıları paylaştığı bu evden ve sürekli kim olduğunu sorgulayan kalbinden kurtulmak istedi. Ve kurtuluş yakındaydı aslında, birkaç gün kadar yakında.
angst degil bu sefer. valla

ŞİMDİ OKUDUĞUN
run away, mikasasha
Fanfictionmikasa ackerman mutsuz evliliğinden ve suratsız eşinin lanetinden kurtuluşu bir gün tesadüfen tanıştığı bir kadında buldu. mikasa ackerman & sasha braus.