Sanırım kırılmadı. Fakat kanama durmak bilmiyordu.
Gömleğimi çıkarıp kolunu elimin etrafına sıkıca doladım. Traktöre yaslanırken kalbimin her
atışını hissedebiliyordum. Kırmızı bir leke gömleğin koluna yayıldı yavaşça. Avucumda ufak bir kan
birikintisi oluşmuştu.
Eve geri dönmeyi ve arabayla kasabadaki kliniğe gitmeyi düşündüm ama sonra anlamsız geldi.
Elbet duracaktı. O kadar çok içmemiştim. Traktörü çıkarma işi bitince elimi temizleyebilirdim.
Yaklaşmıştım. Hatta arka tekerlerden birisini kurtarmıştım bile. Lastiği desteklemek için
kullandığım tahta kayıp elime saplandığında diğerini de çıkarıyordum neredeyse. Akan kanı
görünceye kadar ne olduğunu anlamamıştım.
Hiçbir şey hissetmedim.
Avucumda biriken kanı temizleyip gömleğin diğer koluyla elimi tekrar sardım. Kanama
yavaşlıyor gibi görünüyordu. Eve geri dönmediğim için kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Gün
zaten sona ermek üzereydi, küçük bir çizik yüzünden durmak istemedim.
Elimi yeniden sıkıca sardıktan sonra, çamura gömülmüş lastiği kurtarmak için kullanabileceğim
başka bir tahta veya kaya bulmak için etrafa bakındım. Aradığımı bulamayınca hendeğin diğer
tarafına çıkıp kavaklara doğru yürüdüm.
Koruluk, dışarıdan daha serindi sanki. Ağaçların ortasında durup hafif rüzgârda sallanan
yaprakların parıltısına baktım. Bir süre sadece sakinleştirici sesleri dinleyerek, nefes alarak ve
dallardan süzülen erken akşam ışığını izleyerek orada dikildim.
Yerde gençlerin bıraktığı boş bira kutuları dikkatimi çekmişti. Belki daha sonra gelip toplarım
diye düşünerek birkaç tanesini bir araya getirdim.
Saçma bir düşünceydi. İhtiyacım olan şeyi aramaya devam ettim.
Koruluğun diğer tarafındaki bir şey dikkatimi çekti. Ne olduğunu önce anlayamadım. Yaklaşınca,
şerit şekerleme gibi pembe-mavi çizgileri olan bir bayan çantası olduğunu fark ettim. Yerden
aldığımda oldukça ağır olduğunu gördüm. Etrafta kimse var mı diye kontrol etmek için çevreme
bakındım. Yalnız olduğumu bilmeme rağmen içimden bir his emin olmak istiyordu.
Çantanın üzerinde markasını belirten herhangi bir şey yoktu. Yeni görünüyordu. Yere koyup içini
kontrol ettim.
İlk gördüğüm şey aynı tasarımdaki daha küçük bir çantaydı. İçinde bir sürü makyaj malzemesi
vardı. İçine tekrar uzandığımda birkaç kalem, bir çek defteri ve bir cüzdan buldum.
Çek defteri yerel bir bankadandı. Hesapta yirmi yedi dolar olduğunu gürdüm. Defteri çantaya geri
koyup cüzdandaki ehliyeti çıkardım.
Ehliyetteki fotoğrafta koyu saçları atkuyruğu şeklinde toplanmış, gülümseyen genç bir kız vardı.
Adı Jessica Cammon'du. Doğum tarihine bakılırsa daha on altı yaşındaydı.
Etrafa dağılmış bira kutularına bakıp kafamı salladım. On altı yaşındaki kızım gözlerden uzak
mısır tarlalarında bira içse...
Kendimi durdurdum.
Cüzdanın geri kalanını yoklamaya başladım. İçinde on üç dolar ve birkaç maaş makbuzu vardı.
Birinin üzerindeki adı okudum: Riverbank Cafe.
Oraya birkaç kez gitmiştim. Fotoğrafına daha yakından bakıp kızı orada görüp görmediğimi
hatırlamaya çalıştım. Yüzünü hatırlamıyordum. Gerçi ben oraya gitmeyeli uzun zaman olmuştu. Belki
de çalışmaya yeni başlamıştı.
Her şeyi çantaya geri koydum. Yarın sabah kahvaltı için Riverbank Cafe'ye gitmeliydim belki de.
Bu, beni bir gün daha markete gitmekten kurtarırdı muhtemelen. Ayrıca çantayı tezgâha bıraktığımda
kızın yüzündeki ifadeyi görmek istiyordum.
Yapmam gerekenin ehliyette yazan adrese gitmek ve belki de çantayı ailesine vermek olduğunu
biliyordum. Onlara nerede bulduğumu anlatır, durumu onların halletmesine izin verirdim. Ama
bunların hiçbiri benim sorunum değildi. Kızı bulup çantayı ona verecektim.
Ailesinin sorularıyla muhatap olmak istemiyordum.
Başka bir şeye bakmadan çantayı kapattım. Güneş ufka doğru yavaşça ilerliyordu. Gökyüzü
yakında yoğun, kızıl bir sisle dolacaktı. Derhâl traktöre geri dönmezsem kurtarma işini yarın
bitirmekten başka çarem kalmayacaktı. Böyle bir durumda, Greg'i arayıp vinci getirmesini istemeye
karar verdim. Kısa sürede hallederdik.
Hendeğe doğru yürürken son bir kez dönüp omzumun üzerinden arkama baktım. O sırada,
ağaçların hemen ötesinde, mısırların arasında bir şeylerin yattığını fark ettim ama durduğum yerden
ne olduğunu anlayamıyordum.
Oraya doğru ilerledim.
Rüzgâr başlamıştı. İlerideki şey her ne ise, esintiyle ileri geri dans ediyordu. Mısırlara takılmış
koyu renk bir ceket ya da gömlek gibi görünüyordu.
Ağaçları geçip korunaklı alana çıktım. Birkaç kararsız adımdan sonra gördüklerim yüzünden
olduğum yerde kalakaldım.
Gördüğüm şeyi hemen tanıdım. Bu, Riverbank Cafe'nin garson üniformasıydı: Altın sarısı çizgili,
siyah bir elbise.
Elbiseyi giyen kız benim durduğum yerden uzakta, yüzü tarlaya dönük bir şekilde yan yatıyordu.
Koyu renk saçları kafasına yapışmış, bacakları sanki uyuyormuş gibi göğsüne doğru çekilmişti. Bir
kolu önüne doğru uzanmışken diğeri yan tarafında avucu yukarı bakacak şekilde durmaktaydı.
Yüzünü bile görmeden ne olduğunu anlamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARANOYA
Teen FictionRüya görür gibi yaşarız, yalnız başımıza... Joseph Conrad - 'Karanlığın Kalbi'