Greg'i aramadım.
Liz telefonu kapattıktan sonra mutfakta kalıp kararan tarlaya ve uzaktaki ağaçlığa baktım.
Söylediklerini düşündüm.
Şurası kesin ki önceki geceye dair hiçbir anım yoktu. Gene de kimseyi incitmediğimi tüm
benliğimle hissediyordum. Kızın tarlama nasıl geldiğini veya onu kimin öldürdüğünü bilmiyordum
ama benimle ilgisi olmadığından emindim.
Yine de haber yayılırsa ve kasabadaki insanlar kızın cesedinin nerede bulunduğunu duyarlarsa
söylentilerin ardı arkası kesilmezdi.
Buralarda kimse böyle şeyleri unutmaz.
Yıllar içinde, kasabaya indiğimde insanların bana bakmalarına ve fısıldaşmalarına alıştım.
Clara'dan sonra oldukça azaldılar ama hiç bitmediler. Tüm bunları geri getirmek için bir kıvılcım
yeterdi.
Mülkümde işlenen bir cinayet gibi.
Kalkıp buzdolabının üzerindeki dolaptan Johnny Walker şişesini aldım. Dışarı çıkıp verandanın
merdivenlerine oturarak içkimi ağır ağır yudumladım. Güneş, gökyüzünü kızıla boyayarak
batmaktaydı. Birkaç koyu bulut doğudan kasabaya doğru yaklaşıyordu.
Şimşek çakarken aklıma traktörüm geldi. Hendekte ıslanacaktı ama şu an için elimden gelen bir
şey yoktu. Korulukta yatan şey göz önüne alındığında yardım için Greg'i aramak pek de iyi bir fikir
değildi.
Birlikte uzun bir geçmişimiz olmasına rağmen ortada kızın ölümüyle bir ilgim olduğunu
düşünmesine yetecek kadar delil vardı.
Beni temize çıkaracak kanıtlar bulmadan gördüklerimi ona anlatmayacaktım.
Bir yudum daha alıp korudaki kavak ağaçlarının rüzgârla mücadelesini izledim.
Suçsuz olduğumu ispatlayabilir miydim? Orada beni işaret etmeyen, gözden kaçırdığım bir şeyler
olmalıydı. Bunu bulup Greg'e verebilirsem cesedi gösterebilirdim.
Hayır, bu kötü bir fikirdi.
Rastlayacağım herhangi bir kanıtı polis de bulabilirdi. İşi onlara bırakmalıydım. Muhtemelen
cinayet mahallini bozar, işe yarar hiçbir şey bulamadan elim boş dönerdim.
Yine de, bu fikri aklımdan çıkaramıyordum.
Söz konusu kişi ben olunca kötü fikirler nadiren gider zaten.
Çocukken, Greg evlerinin önünde tırmandığımız meşe ağacından düştü ve bacağını iki yerden
kırdı. Kemiğin deriye dayandığını görmüştüm. Bir şeyler yapmam gerekiyordu fakat ailesi evde
değildi. En sonunda, onu üç kilometre boyunca Dr. Whitfield'in evine kadar sırtımda taşıdım.
Oraya vardığımızda Dr. Whitfield, Greg'in bacağını sarıp bizi hastaneye götürdü. Ailesi gelene
kadar hastanede bekledim. Geldiklerinde olanları anlattım.
Kendimi kahraman gibi göstermek için Greg'in yarasını ve onu taşımanın zorluğunu abartmıştım.
Bitirdiğimde göğsüm kabarmıştı.
Fakat Greg'in babası bana kaşlarını çatarak bakıyordu. "Neden eve gidip telefon etmedin? Neden
gereksiz yere tüm bunları yaptın?"
Verecek herhangi bir cevabım yoktu.
Greg'i gördüğümüzde, ailesi onu övmeye başladı. Kırık bacakla o kadar uzağa taşınırken acıya
kahramanca dayandığı için onunla gurur duyuyorlardı.
Bense sessiz kaldım.
Daha sonra evlerinde yalnız kaldığımızda Greg bana teşekkür etti.
"Ben de aynısını yapardım," dedi. "Sonuçta telefon benim de aklıma gelmemişti. Bunun canını
sıkmasına izin verme."
Söylediklerine inanmamıştım. Greg baskı altında hep iyiydi, her zaman her konuda iyiydi.
Ben mi? Ben, babası alkolik olan çocuktum. Lisede, beyzbol topuna herkesten daha iyi
vurabildiğimi anlayana kadar insanlar benimle ilgili herhangi bir konuda olumlu bir şey
söylememişlerdi ve sonunda işler biraz olsun iyiye gitmeye başlamıştı.
Liz'le tanıştım. Birkaç okuldan burs teklifi aldım. Ama en iyisi, bir süre için Donald McCray'in
serseri oğlu olmaktan çıkmıştım.
Sonra her şey mahvoldu.
Ve şimdi, her şey yeniden mahvoluyor.
Hayır, Greg'i arayamam. Evet, kızın ölümünü kendi başıma araştırmak kötü bir karar. Ama göze
alabildiğim tek karar da bu.
Viski şişesini kapattım. Cebime koyup tarlada yeni açılan yoldan koruya doğru ilerlemeye
başladım. Planımı tekrar düşündüğümde hapları bırakmamın kararlarımı etkileyip etkilemediğini
merak ettim. Aklıma gelen cevap hoşuma gitmese de şu an için başka seçeneğim olmadığına karar
verdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARANOYA
Teen FictionRüya görür gibi yaşarız, yalnız başımıza... Joseph Conrad - 'Karanlığın Kalbi'