Sanki yarınlar yokmuşcasına ellerimi iki yanıma açmış amansızca koşuyordum. Rüzgar sertçe tenimi yalayıp geçiyordu, saçlarım uçuşuyor, yüzümü kaplayarak görüş alanımı engelliyordu, ayağım takılıyor ve yere düşüyordum, elbisem çamur oluyordu ama umursamadan yoluma devam ediyordum. Hayatımın aksine burada o kadar özgürdüm ki hep böyle olmayı diledim, hep mutlu ve özgür hissetmeyi. Koştukça içimdeki tüm kötü hisler havaya karışıp yok oluyordu adeta. İçimin ferahladığını dertsiz, tasasız mutlu bir genç kız olduğumu hissettim veya öyle olmak istedim ne önemi vardı? Rüzgar beni içine çekmek istercesine sert esiyordu. Daha sert eserse, beni içine çeker ve çekip alır mıydı bu hayattan
En sonunda yorulunca manzarasına aşina olduğum tepeye oturup gökyüzünü izlemeye başladım. Gökyüzünü seviyordum ve izlemeye doyamıyordum. İmkanım olsaydı sonsuza kadar burada durabilirdim. O benim tek arkadaşımdı. Eminim ki cansız eşyalarında duyguları ve düşünceleri vardı ve tabii gökyüzünün de.. Altında barındırdığı insanlar hakkında ne düşünüyordu acaba? İnsanlar o kadar nankör varlıklardı ki bu eşsiz maviliği bile bir şekilde kirletip, ona zarar veriyorlardı ama gökyüzü hiç usanmadan bıkmadan o eşsiz havasını bize sunmaya devam ediyordu. İnsanları çok mu seviyordu? Yoksa fazla mı aptaldı?
Nefes alış verişlerim yavaşlamaya başlarken güneşin batmaya başladığını gördüm. Gökyüzü maviliğini almış, yerine aynı o mavilik gibi muazzam görünen kırmızı ve turuncu renklerini armağan etmişti bizlere. Bu yüzümde ufacık bir tebessüm oluştururken oturduğum yerden toparlanıp çamur içinde kalan elbisemi temizlemeye çalıştım. Fakat pek başarılı olamadım. O an içimi bir korku kapladı. İşte gerçekler.
Benim özgürlüğüm yalnızca birkaç dakika ile sınırlıydı, mutluluğum da. Milyonlarca kez tekrar nefret ettim var oluşumdan.
Karanlık çökmeden saraya geri dönmeliydim. Adımlarımı hızlandırırken içimdeki korku ve stres katbekat artıyordu. Hem şuan olduğum yerden, hemde gidiyor olduğum yerden fazlasıyla korkuyordum. Karanlık korkutucuydu çünkü başınıza ne zaman ne geleceği belli değildi. Uçsuz bucaksız kocaman bir bilinmezlikti karanlık. Aynı beni delirtme seviyesine getiren düşüncelerim gibi.
...
Sonunda görüş alanıma o kocaman, ışıklarla çevrili, her halinden mükemmel olduğu belli olan saraya gelmiştim. Her genç kızın hayali olabilecek kadar güzel olan bu saray, benim için cehennemden farksızdı. Ruhum burada tutsak edilmişti benim. Her şeyim içeride kilitliydi. Hayallerim, çocukluğum, özgürlüğüm, yaşama sevincim ve daha niceleri.
Siyah giyinimli, iri yarı bir sürü koruma sıra halinde dizilmişlerdi ortalarında ise ülkeye hükmeden kral ve kraliçe... Yani annem ile babam.
İkisi de korkunç gözlerle hareketlerimi inceliyordu. Yavaş adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladım. En sonunda tam karşılarında dikildiğimde ikisininde gözlerinin tam içine baktım. Bana kaçmaktan başka seçenek bırakmamışlardı.
"Evden kaçmak ha! Bu ne cüret!"
Hâlâ ikisininde tam gözleri içine bakıyordum. İkisi de bana nefret dolu bakışlarla bakıyordu. Susmayı tercih ediyordum. Çünkü karşı gelirsem hoş şeyler olmuyordu.
O an içimden gerçekten benden nefret ediyor olmaları ihtimali geldi. Bir anne ve baba evladından neden var olduğu andan beri nefret ederdi?Annem hızını kesmeden beni azarlamaya devam etti. "Bu ne hâl böyle! Bir prenses olduğunu unutma!"
Hâlâ sessiz kalmaya devam ederken babam bağırmaya başladı.
"Cezalısın odana git ve sakın çıkayım deme. Akşam yemeği yok!" Dediği anda hemen karşılarında dikilmeyi bırakıp adımlamaya başladım. Sarayın kocaman kapısına gelince korumalar benim için kapıyı açmıştı. Bu ilk aç kalışım değildi, alışmıştım. Aynı başka zorluklara alışmak zorunda bırakıldığım gibi. Hizmetkârların 'hoşgeldiniz' gibisinden şeyler söylemelerine kulak asmayarak odama çıktım.Odam oldukça büyük ve sadeydi abartılı şeyleri pek sevmiyordum. Beyaz duvarları ve tam ortada beyaz örtülü çift kişilik bir yatak vardı. Onun harici kıyafet dolabı, komidin, makyaj masası, giyinme odası, şömine, lavabo ve küçük bir balkonu vardı.
Hemen üstümdeki çamurlu elbiseden kurtularak sıcak bir duş aldım. Yaklaşık yarım saat banyoda kalmıştım. Sıcak su bedenime değdikçe daha çok mayışıyordum. İyice mayıştığımda ise suyu kapatıp bornozumu giyindim. Banyodan çıktığımda günün yorgunluğu ve ile sırtüstü yatağa uzanıp gözlerimi kapattım.
Yalnızca bir kaç saatliğine kendimle ve sevdiğim bir kaç şeyle baş başa kalmak istemiştim. Kafamı toparlamak ve yorgunluğumu atmak istemiştim fakat bu mümkün değildi. Bu cehenemde olmak istemiyordum.
Annem ve babamın tek gayesi iyi ve saygılı bir prenses olmamdı ve zamanı gelince prensime hizmet etmem. Bu saçmalıktan da öte bir durumdu. Ben kimsenin hizmetçisi yada hizmetkârı değildim ve olmazdım. Sonuçta kimsenin eli ayağı sakat değildi ve bunun için zaten parasını alarak çalışan insanlar vardı.
Toplumumuzda kadınlar hep aşağılanırdı. Hepsi prenslerine hizmet etmek için vardı sanki. Hiçbir zaman bu saçmalığı doğru bulamamış, karşı gelmiştim. Bana ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir erkeğin hizmetçisi olmayacak ve buna hep karşı gelecektim. Hiçbir erkek gerçekten sevdiği için evlenmiyordu ki kadınlarla. Hepsi yanına hizmetçi alıyordu.
Aşka inanmıyordum. Aşk menfaatlerden ibaret olan bir duyguydu. Bu hayatta kimse kimseyi gerçekten sevmezdi. Sadece şanslı olana güzeldi ben şanslı değildim. Kimse şanslı değildi. Çünkü aşk diye bir şey yoktu. Aptalca bir duyguydu ve bu saçma duygu karışıklığına inananlarda aptaldı. İnsanı üzmekten, hayallerini, heveslerini ve duygularını öldürmekten başka bir halta yaramıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Orenda
RomanceHayalleri ve hevesleri tutsak edilmek zorunda kalmış genç kız ve birden bire karşısına çıkan, yüzünden yaşanmışlık akan genç bir çocuk.