Gizli aldatmalar, sevdiğin insanı 'üzerine basmadan' çiğnemektir.
Kaç kez çiğnendiğini hiç bilmiyordu Bukre. Aşkın küçük kızıydı o... İstanbul'un dar sokaklarında, az önce öğrendiği acı gerçeğin yıkımıyla yalpa vuruyordu. Yanındakiyle birlikte iki kişilik bir yalnızlıktı artık onlarınki... Ayakları yürüyordu sadece. Kendisi geride kalmıştı çoktan. Akşamdı. Biraz önceki konuşmalar kafasının içinde tekrarlanıp duruyordu. Sitem dolu nefesiyle, soluğunu tüketircesine haykırmıştı terk edenine... "En acısı da ne biliyor musun?" demişti. "Aslında sana hiç sahip olamadığımı, seni kaybettiğimde anlamış olmam!"
Hırsı soluğuna eş çıkıyordu göğsünden. Devam etti öfkeyle. "Meğer her şeyimmiş gibi davranan hiçbir şeyimmişsin sen! Aslında hiçbir şeyimi kaybettim ben!"
Bir çocuğun tüm dünyaya küsmesine, tek bir oyuncağının kırılması yeter. O küskün çocuklardandı şimdi Bukre; kırılan oyuncağını gözleriyle tamir etmeye çalışan... Bakışlarını bir noktaya sabitlemiş olsa da yanından geçen umarsız insanların farkındaydı. Akşamdı. Belki birazdan bir yağmur başlardı. Hayat devam ediyordu. Hayat her şeyi "devam ederek" bitiriyordu. Bukre, bunu acı bir tecrübeyle, bir kez daha öğreniyordu; ama hiç ezberleyemiyordu...
Kendi durağını şaşırmış bir otobüs gibiydi kalbi. Akşamdı. Ve akşam, ağlamak için iyi bir sebepti. Kızıyordu Bukre her şeye, herkese. En çok da kendine... Hayat ne garipti. İnanmadan güldüğümüz bir şaka gibiydi. Bukre, karşılıksız sevmişti ve bunun karşılığı, karşılık alamamak olmuştu. Ama olsundu. O sevilmemeye de razıydı severken... O hep öyle severdi zaten... Tek hazmedemediği, sonraya ertelendiği halde gocunmadan beklerken aldatılmaktı! Alçaklık hiç bu kadar yükselmemişti. Gizlice aldatılmıştı. Aldatmanın aleni olanı mı olurdu sanki? Çiğnenmişti o, üzerine basılmadan...
Sessizliğe gömülmüştü uzun zaman. Elinden gelmeyen dilinden de gelmiyordu. Ve şimdi beklediği onu terk ediyordu. Belki de çoktan gitmişti... Belki de hiç gelmemişti... Ama şimdi o "Gelmeyen" hem suçlu hem yolcuydu. Bir başkasını seçmişti. Özür dilemişti.
"Ben seçilmeyenim! Bunun için benden özür mü diliyorsun?" diye haykırmıştı Bukre. Cevap alamamıştı. Sesi kısılmıştı. Kaybedenlerin önce sesi kısılırdı. Bir ayrılık daha büyütüyordu onu. Yaşça küçük olsa da sevdiğinden, aşkı çoktan geçmişti onu. O, küçücük bir devdi. Seçilmeyendi. Bir öykünün sonu zannederken kendini, daha girişinde kandırılandı.
Dünya artık onun için uyandığında başlayan kötü bir rüyaydı. Şimdi ne yapmalıydı? Seçilmemek onu sadece üzmeli miydi yoksa kahrından öldürmeli miydi? İnsan böyle zamanlarda ne hissetmeliydi? Üzgün olmaktan öteydi duyguları ama ölüme de bir o kadar uzaktı. Eksik, yitik ve sahipsiz gibiydi. Öylece kalakalmıştı bir hiç gibi. Akşamdı. Hüzünlüydü. Hüznü seviliyor sandığından değil, sevilmediğine yandığındandı...
Oysaki hiçbir günahı yoktu. Aşkın bir bekleme odası vardı. Orada oturup sırasını bekliyordu Bukre. Sevdiği erkeğin ona gelmesini... O erkek, arada bir odanın kapısından bakıyor ve gülümsüyordu. "Biraz daha bekle" demekti bu. "Biraz aşklarım var, bitirip geliyorum" demekti. Ona inanıyordu Bukre. Daha doğrusu inanmayı tercih ediyordu. Hep öylesini tercih ederdi. Çünkü aşkta kör olanlar, sevgilinin yalancı olduğunu bilmesine rağmen, ona "Kanmayı" değil, "İnanmayı" seçerdi.
Kara talihine yanıyordu. Kendini acıyarak izliyordu. Ve ne çok ağlıyordu içinden "Bu aşka değer" diye... "Olsun... Bazı aşklar gözyaşıyla büyür" diyordu. Suskunlaşıyordu. Anlamaya çalışmıyordu içini. Kalbini aklıyla anlayamazdı ki...